20 Mart 2014 Perşembe
4 Mart 2014 Salı
Neden Daha Fazlasını İsteriz?
Hepimiz bu dünyaya gelirken tamamen çıplaktık. Sahip olduğumuz hiçbir şey yoktu. Duygularımız, düşüncelerimiz, ideallerimiz, paramız... Hiçbir şey. Sadece ve sadece anne-babamızın koşulsuz ve sonsuz sevgisi vardı. Bu dünyaya sevgi içinde geldik, çırıpçıplak bedenimizi çepeçevre sarmalayan sonsuz bir sevgi... Bu nedenledir ki yaşamlarımızın ilk bir kaç yılında bütün doğaya karşı koşulsuz bir sevgi beslerdik. Bize zarar verecek onlarca şey de dahil. Gerçi bir çoğu için merakımıza yenik düştük ama... Neyse karıştırmayalım oraları.
Bir çoğumuzun yetiştiriliş tarzına bağlı olarak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, bütün hayatı uzun bir maraton koşusu olarak görüyoruz. Herşey de iyisi, daha iyisi, en iyisi olmak için sonsuz bir mücadele içerisindeyiz. Hep daha iyisini hakettiğimizi düşünürken bir başkasının hayallerini ve ideallerini, amaçlarını, ihtiyaçlarını, en önemlisi duygularını hiçe sayıyoruz. Bir şeyde en uçta, en yüksekte olsak bile oraya ulaşana kadar başkalarına zarar verdiysek, orada olmamızın ne önemi vardır ki? İnsani değerlerimizi hiçe sayarak var olduğumuz konumdan ne medet umabiliriz?
Neden daima daha fazlasını, daha iyisini isteriz?
İnsan karadelik gibidir. Ne verdiğinin, ne kadar verdiğinin hiçbir önemi yoktur. Hep daha fazlasını ister insan. --Gerçi Stephen Hawking'in karadelikler hakkındaki son teorisine göre incelersek biraz saçma benzetme oldu bu ama olsun.-- Hep daha iyisini ister çünkü daha iyisi her zaman vardır. En basitinden cep telefonlarını ele alırsak; bir telefona sahipken daha iyisi var olduğu için ona sahip olmak için uğraşırız. Ona sahip oluktan sonra ondan daha iyisi piyasaya çıkar ve bu sefer de onun için uğraşırız ve bu süreklilik arz ederek devamlı kendini tekrar eder.
Bütün doğayı sevgiyle ve merakla kucaklarken okul diye adlandırılan yeni bir hayata başlarız. İlk bir kaç yıl sıkcı. Sonra büyük bir rekabet başlar. Derslerde başarılıyızdır ancak daima bizden daha başarılı olanlar vardır ve biz onların seviyesine çıkmak, yapabilirsek onları geçmek için büyük bir mücadele içerisine gireriz. Lise seviyesine yaklaşırken diğerlerinden daha iyi bir liseye gidebilmek için uğraşırız. Üniversiteye giderken de aynı durum geçerli. Bütün bunlar tatlı ve olması gereken rekabetlerdir.
Bütün eğitim hayatımız bitince iş hayatına atılırız. İşin rengi burada biraz değişiyor işte. Toz pembe olan hayat yavaş yavaş gri tonlarla yer değiştiriyor ve bir süre sonra tamamen siyah-beyaz oluyor. İşimizde daha iyi olabilmek için, daha yüksek konuma kavuşabilmek için, daha fazla para kazanabilmek için verdiğimiz mücadelede farkında olmadan insani değerlerimizi tamamen kaybedebiliyoruz. Gözlerimizin önünde duran ve daima görmezden geldiğimiz en büyük gerçek şudur; makam ve mevkii peşinde koşarak ulaşabileceğimiz tek yer, yalnızlıktır. Bir mevkiiye gelebilmek için o kadar çok hırs yapmışızdır ki, yanımızdakilere, sevdiklerimize daima zarar vermişizdir. "Her şeyin ta tepesine çıkmak iyi şeydir; ama tepeler ıssızdır, soğuktur, ebedi karlarla kaplıdır." --Andre Maurois-- Eğer ki hakettiğimizi düşündüğümüz mevkii için bir başkasına fiziksel ya da duygusal zararlar verebiliyorsak şayet, belki de var olduğumuz noktayı bile haketmiyoruzdur biz.
28 Şubat 2014 Cuma
Korku da Neymiş?
Bu gece hiç bitmesin istiyorum. Sonsuza kadar bu gecede kalmak istiyorum. Sonsuza kadar yarının hep Cumartesi olduğunu ve yarının hiç olmayacağını bilmek istiyorum. Zamanı tam şu anda durdurabilseydim ne güzel olurdu. Arka fonda da Haluk Levent çalsın, Şebnem Ferah çalsın, hiç susmasınlar.
Uykum hiç gelmesin istiyorum. Uyumak zaten büyük bir zaman kaybı. Günde 7-8 saat tamamen boşa gidiyor. Gerçi derseniz o 7-8 saatte ne yapabilirdin, diye, muhtemelen verecek cevabım olmazdı. İmkansız bir hayal olduğu için de düşünmedim o kadarını. Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirdim; okunacak o kadar çok kitap, izlenecek o kadar çok film, yaşanacak o kadar çok an var ki artık 24 saat yetersiz kalıyor yaşamak için.
Zamanın tam bu anda donmasını istememin sebebi, sonları hiç sevmediğimden olabilir. Şarkının sonu, kitabın sonu, filmin sonu, günün sonu, yaşamın sonu... Hiçbirini sevmiyorum. Biliyorum, yeni birşeylerin başlaması için birşeylerin sona ermesi gerekiyor. Ancak yeni olan hiçbir şey daha iyi olmuyor. Her zaman bir eksiklik oluyor. Daima bir güncelleme hatası... O yüzdendir ki yeni başlangıçları da çok fazla sevmem.
Sonlardan bahsetmişken, bugün çok ilginç bir diyalog yaşadım. Yeni tanıştığım birisiydi. Gerçi daha önceden de var olduğunu biliyordum, boyutlarıyla, hacmiyle uzayda bir yer kapladığını, adını biliyordum. Ancak şunu da çok iyi biliyorum ki; bir insanın sadece adını bilmek onu tanıdığın anlamına gelmez. Onu tanımak demek, düşüncelerini, fikirlerini, duygularını da bilmek demektir ki ben bunları yeni öğrendiğim için yeni tanıştığımı söyledim. Her neyse çok saçma bir giriş oldu. Diyaloğumuz "ölüm korkusu" üzerineydi. Eğer hala ölümden korkan varsa şayet, çok basit bir korkunuz var. Neden korkuyorsunuz ki, acı verici olduğu için mi, sonrasında ne olacağınızı bilmediğiniz için mi, geride bırakacaklarınız için mi yoksa sizin olmadığınız bir dünya düşleyemediğiniz için mi? Çiçero bu korku üzerine şunu söylemiştir; "ölümden korkmanıza gerek yok çünkü onunla hiç tanışmayacaksınız. Siz var olduğunuz sürece ölüm olmayacaktır, ölüm var olduğunda da zaten siz olmayacaksınız." Hiç karşı karşıya gelmeyeceğiniz birşeyden korkmak kadar saçma birşey yok bence. Şu koca evrende her birimiz önemsiz birer mikroorganizmayız. Geleceği ya da geçmişi düşlemek insana ıstıraptan başka birşey vermez. Ölümü düşlemek kendinize yaptığınız, sonu gelmeyecek olan bir işkencedir. Önemli olan şu andır. Hala nefes alabildiğiniz şu an...
Nerden girdim, nerden çıktım. Her neyse yeter sanırım bu kadar, hadi yatın uyuyun. Bu arada takım elbisenin gücünden bahsetmiş miydim? Daha sonra artık.
Uykum hiç gelmesin istiyorum. Uyumak zaten büyük bir zaman kaybı. Günde 7-8 saat tamamen boşa gidiyor. Gerçi derseniz o 7-8 saatte ne yapabilirdin, diye, muhtemelen verecek cevabım olmazdı. İmkansız bir hayal olduğu için de düşünmedim o kadarını. Ancak şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirdim; okunacak o kadar çok kitap, izlenecek o kadar çok film, yaşanacak o kadar çok an var ki artık 24 saat yetersiz kalıyor yaşamak için.
Zamanın tam bu anda donmasını istememin sebebi, sonları hiç sevmediğimden olabilir. Şarkının sonu, kitabın sonu, filmin sonu, günün sonu, yaşamın sonu... Hiçbirini sevmiyorum. Biliyorum, yeni birşeylerin başlaması için birşeylerin sona ermesi gerekiyor. Ancak yeni olan hiçbir şey daha iyi olmuyor. Her zaman bir eksiklik oluyor. Daima bir güncelleme hatası... O yüzdendir ki yeni başlangıçları da çok fazla sevmem.
Sonlardan bahsetmişken, bugün çok ilginç bir diyalog yaşadım. Yeni tanıştığım birisiydi. Gerçi daha önceden de var olduğunu biliyordum, boyutlarıyla, hacmiyle uzayda bir yer kapladığını, adını biliyordum. Ancak şunu da çok iyi biliyorum ki; bir insanın sadece adını bilmek onu tanıdığın anlamına gelmez. Onu tanımak demek, düşüncelerini, fikirlerini, duygularını da bilmek demektir ki ben bunları yeni öğrendiğim için yeni tanıştığımı söyledim. Her neyse çok saçma bir giriş oldu. Diyaloğumuz "ölüm korkusu" üzerineydi. Eğer hala ölümden korkan varsa şayet, çok basit bir korkunuz var. Neden korkuyorsunuz ki, acı verici olduğu için mi, sonrasında ne olacağınızı bilmediğiniz için mi, geride bırakacaklarınız için mi yoksa sizin olmadığınız bir dünya düşleyemediğiniz için mi? Çiçero bu korku üzerine şunu söylemiştir; "ölümden korkmanıza gerek yok çünkü onunla hiç tanışmayacaksınız. Siz var olduğunuz sürece ölüm olmayacaktır, ölüm var olduğunda da zaten siz olmayacaksınız." Hiç karşı karşıya gelmeyeceğiniz birşeyden korkmak kadar saçma birşey yok bence. Şu koca evrende her birimiz önemsiz birer mikroorganizmayız. Geleceği ya da geçmişi düşlemek insana ıstıraptan başka birşey vermez. Ölümü düşlemek kendinize yaptığınız, sonu gelmeyecek olan bir işkencedir. Önemli olan şu andır. Hala nefes alabildiğiniz şu an...
Nerden girdim, nerden çıktım. Her neyse yeter sanırım bu kadar, hadi yatın uyuyun. Bu arada takım elbisenin gücünden bahsetmiş miydim? Daha sonra artık.
27 Şubat 2014 Perşembe
Aşkın Celladı
2/27/2014
aşık olmak, aşk, aşk nedir, aşkın celladı, evrim ağacı, ırvin yalom, nasıl aşık oluruz, neden aşık oluruz
No comments
Irvin Yalom'un Aşkın Celladı isimli kitabını okuyorum bu aralar. Belki de biraz geç kaldım okumak için ama her ne olursa olsun ne zaman okumaya başladığının çok fazla bir önemi de yoktur, değil mi? Başlığı da bu yüzden Aşkın Celladı yaptım. Biliyorum orijinal bir fikir değil, olsun.
Aşk hakkında pek fazla bilgim yok. Doğrusunu isterseniz bundan inanılmaz derecede rahatsız da oluyorum. Ancak bildiğim tek birşey var o da, aslında bizim tanımlamalarımızdan çok daha farklı birşey olduğu. Aşkın kalpten geldiğini düşünürüz ama aslında "aşk, diğer tüm bedensel olaylar gibi, tamamen biyokimyasal bir süreçten ibarettir ve hiçbir maddeüstü anlam taşımamaktadır! Çoğu zaman insanların bunu kabul etmekte zorlandığını görüyoruz, çünkü aşkın edebi ve felsefi boyutları içerisinde kaybolmuş, gerçeklikten bağlarını koparmış olmaktadırlar. Ancak gerçek, son derece yalın bir şekilde gözümüzün önündedir: aşk, tüm diğer duygular gibi nöral (sinirsel) ve hormonal yolaklar aracılığıyla açıklanabilmektedir. Aşk da dahil olmak üzere istisnasız her duygu beyinde üretilir, beyinde algılanır ve beyinde sonlanır."*
Bir insanı aşık olduğunu düşünmeye iten şey nedir?
Her insan hayata eksik geldir ve eksik yaşar. Ta ki kendisini tamamladığını düşündüğü diğer yarısını, kendisini tamamlayan o insanı bulana kadar. Duygularını ve düşüncelerini tamamlayan insanla tanıştığında aşık olduğunu düşünür. Bütün hayatı boyunca o insanı arar. Her yeni tanıştığı insanın "O" olma ihtimalini düşünür. Bu kadar basit ve bir o kadar da karmaşık.
Karşındaki insanın, seni tamamladığını anlamak için de onu tanımak gerekir. Bir insanı tanımak için ne kadar süre geçmesi gerekir? Bir insanı tanımak için bütün bir ömrün geçmesi gerekir. Bazen yetmez de bir ömür. Bir dakikada değişir bütün düşünceler. Tam onu tanıdığını düşündüğün anda bambaşka biri olarak çıkıverir karşına. Burada en önemli husus önyargılardan tamamen arınmış olmak gerekliğidir. Her ne kadar Einstein, önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur, dese bile ben inanıyorum ki yeterli süre verildiği zaman insan bütün önyargılarından arınabilir. Şahsım adına en çok bu konuda sıkıntı yaşamaktayım. "Bir dakika önce beraber çay içtiğin adamla aynıyım ben, sadece benim hakkımda yeni birşey öğrendin!" Bu cümleyi ne kadar kurduğumu hatırlamıyorum bile.
Günün birinde beni tamamlayacak kişiyle tanışacağıma dair inancımı içimde saklı tutuyorum, her ne kadar sönük durumda olsa bile. Okuduğum bir kitabı ya da izlediğim bir filmi anlatabilecek, eleştirebilecek ve ortaya koyduğu bütün argümanları çürütebilmek için canla başla uğraşacağım birisi. Bütün ütopik hayallerimi paylaşabileceğim ve tüm bunları "saçmalık" diye geçiştirmeyecek birisi. Beni tamamlayacak ve benim tamamlayacağım o insanın dışarıda bir yerlerde var olduğuna dair olan inancım bir gün sönecek olursa, o zaman artık yaşama zorunluluğum da ortadan kalkmış olacak.
*Aşkın Evrimi ve Neden, Nasıl Aşık Olduğumuz Üzerine... (Evrim Ağacı) http://evrimagaci.org/makale/398
Aşk hakkında pek fazla bilgim yok. Doğrusunu isterseniz bundan inanılmaz derecede rahatsız da oluyorum. Ancak bildiğim tek birşey var o da, aslında bizim tanımlamalarımızdan çok daha farklı birşey olduğu. Aşkın kalpten geldiğini düşünürüz ama aslında "aşk, diğer tüm bedensel olaylar gibi, tamamen biyokimyasal bir süreçten ibarettir ve hiçbir maddeüstü anlam taşımamaktadır! Çoğu zaman insanların bunu kabul etmekte zorlandığını görüyoruz, çünkü aşkın edebi ve felsefi boyutları içerisinde kaybolmuş, gerçeklikten bağlarını koparmış olmaktadırlar. Ancak gerçek, son derece yalın bir şekilde gözümüzün önündedir: aşk, tüm diğer duygular gibi nöral (sinirsel) ve hormonal yolaklar aracılığıyla açıklanabilmektedir. Aşk da dahil olmak üzere istisnasız her duygu beyinde üretilir, beyinde algılanır ve beyinde sonlanır."*
Bir insanı aşık olduğunu düşünmeye iten şey nedir?
Her insan hayata eksik geldir ve eksik yaşar. Ta ki kendisini tamamladığını düşündüğü diğer yarısını, kendisini tamamlayan o insanı bulana kadar. Duygularını ve düşüncelerini tamamlayan insanla tanıştığında aşık olduğunu düşünür. Bütün hayatı boyunca o insanı arar. Her yeni tanıştığı insanın "O" olma ihtimalini düşünür. Bu kadar basit ve bir o kadar da karmaşık.
Karşındaki insanın, seni tamamladığını anlamak için de onu tanımak gerekir. Bir insanı tanımak için ne kadar süre geçmesi gerekir? Bir insanı tanımak için bütün bir ömrün geçmesi gerekir. Bazen yetmez de bir ömür. Bir dakikada değişir bütün düşünceler. Tam onu tanıdığını düşündüğün anda bambaşka biri olarak çıkıverir karşına. Burada en önemli husus önyargılardan tamamen arınmış olmak gerekliğidir. Her ne kadar Einstein, önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur, dese bile ben inanıyorum ki yeterli süre verildiği zaman insan bütün önyargılarından arınabilir. Şahsım adına en çok bu konuda sıkıntı yaşamaktayım. "Bir dakika önce beraber çay içtiğin adamla aynıyım ben, sadece benim hakkımda yeni birşey öğrendin!" Bu cümleyi ne kadar kurduğumu hatırlamıyorum bile.
Günün birinde beni tamamlayacak kişiyle tanışacağıma dair inancımı içimde saklı tutuyorum, her ne kadar sönük durumda olsa bile. Okuduğum bir kitabı ya da izlediğim bir filmi anlatabilecek, eleştirebilecek ve ortaya koyduğu bütün argümanları çürütebilmek için canla başla uğraşacağım birisi. Bütün ütopik hayallerimi paylaşabileceğim ve tüm bunları "saçmalık" diye geçiştirmeyecek birisi. Beni tamamlayacak ve benim tamamlayacağım o insanın dışarıda bir yerlerde var olduğuna dair olan inancım bir gün sönecek olursa, o zaman artık yaşama zorunluluğum da ortadan kalkmış olacak.
*Aşkın Evrimi ve Neden, Nasıl Aşık Olduğumuz Üzerine... (Evrim Ağacı) http://evrimagaci.org/makale/398
21 Şubat 2014 Cuma
İyi Niyetli İnsanlar Olarak Çok Yanlış Zamandayız
2/21/2014
1 comment
İyi niyetli insanlar olarak çok yanlış zamandayız biz. Ya çok erken geldik ya da çok geç kaldık. Olmamız gereken yer burası değildi, asla. Bilemiyorum, belki de bu benim zaafımdır. Hani her insanda var ya küçük üretim hataları falan, öyle işte... İnsanlarla iletişim kurarken sanki o insan sonsuza kadar yanımda olacakmış gibi davranıyorum. Her seferinde düştüğüm büyük yanılgılara rağmen hala daha bu durumdan bir ders çıkarabilmiş değilim. Bilirsiniz, herkes bir yerde gidecektir. Arkasına bile bakmadan, hiç var olmamışsın gibi çekip gidecektir. Bunu ben biliyorum, siz biliyorsunuz, herkes biliyor. Yine de yeni bir ilişkiye başlarken sanki herşey güllük gülistanlık olacakmış gibi davranırız. Sanki hiç sona ermeyecekmiş gibi. Sanki... Sanki... Öyle işte...
Sıradan hayatlarımıza azıcık renk gelsin isteriz, aksiyon isteriz, biraz romantizm olsun isteriz. Olur da... Sonu dramla biten harikulade bir film çekeriz hatta. İzleyicileri tatmin etmeyen, yönetmenin isteklerini tamamlayamadan biten bir film. Hayatın başrolünde istemsiz bir şekilde rol alırken onlarca hayata konuk oyuncu olarak giriş yaparız. Hiç düşünmediğimiz zaman yeni bir oyuncumuz olmuş olur. İzleyicilerin bütün umutları o konuk oyuncu üzerine toplanmıştır artık. Birşey yapması lazım. Filmin akışını değiştirebilmek için kritik bir noktada bir şey yapması lazım. Ancak o ne yapar? Gider...
İyi niyetli insanlar olarak çok yanlış zamandayız biz. Artık insanlar gözünün içine baka baka yalan söyleyebiliyor rahatlıkla. Anlaşılmayacağını düşünüyorlar, gizli kalır sanıyorlar. Belki de anladığımızı biliyorlar, hissediyorlar ama yine de kendinilerini bundan geri alamıyorlar. Belki de bizim iyi niyetimizi gerizekalılık olarak algılıyorlar. Bilemiyorum, bu düşündüklerimde ne kadar haklıyım, ne kadar yanlışım...
Hani filmin birinde bir replik vardı; "bugün iyi niyetim son günüydü, artık herşey adamına göre." kelimeleri tam hatırlayamasam da aşağı yukarı böyleydi cümlenin anlamı. Ben onu yapamıyorum işte. Bazen düşününce burada bir çok zor şeyi başardım, bir çok şeyin üstesinden geldim, bir çok şeye göğüs gerdim ama bunu bir türlü yapamıyorum. Her seferinde " bu farklı olacak, hissediyorum. Bunda faklı bir şeyler var. O özel birisi" derim ama sonuç hiçbir şekilde değişmiyor. Bütün filmlerin sonunun aynı olduğu bir dünya düşünün, her seferinde farklı bir son beklemek ne kadar aptalca değil mi? Hayır değil ama evet aynı zamanda aptalca da.
Şu kısacık hayatımda yukarıda saydıklarımın hemen hepsini hiçe sayabilecek tek bir istisnam var. Aynı evde doğup bütün aşamımı beraber geçirdiğim biri... Şimdi düşünüyorum da belki de sadece bu bile diğer bütün olumsuzlukları yok etmeye yetecek bir şey. Sadece bu bile yetebilir bir ömürü tamamlayabilmek için.
İnsanlarla olan etkileşimime bir son vermem gerekiyor. Hayatımdaki dengeleri sarsabilecek kadar yakınlaşmadan önce sınırlamam gerekirse yok etmem gerekiyor. Artık madalyonun diğer tarafının da neye benzediğini bilmeleri gerekiyor insanların. Tabi Mediamarkt'da çalışan şu kızı bir kahve içmeye ikna ettikten sonra. Bol şans bana.
Sıradan hayatlarımıza azıcık renk gelsin isteriz, aksiyon isteriz, biraz romantizm olsun isteriz. Olur da... Sonu dramla biten harikulade bir film çekeriz hatta. İzleyicileri tatmin etmeyen, yönetmenin isteklerini tamamlayamadan biten bir film. Hayatın başrolünde istemsiz bir şekilde rol alırken onlarca hayata konuk oyuncu olarak giriş yaparız. Hiç düşünmediğimiz zaman yeni bir oyuncumuz olmuş olur. İzleyicilerin bütün umutları o konuk oyuncu üzerine toplanmıştır artık. Birşey yapması lazım. Filmin akışını değiştirebilmek için kritik bir noktada bir şey yapması lazım. Ancak o ne yapar? Gider...
İyi niyetli insanlar olarak çok yanlış zamandayız biz. Artık insanlar gözünün içine baka baka yalan söyleyebiliyor rahatlıkla. Anlaşılmayacağını düşünüyorlar, gizli kalır sanıyorlar. Belki de anladığımızı biliyorlar, hissediyorlar ama yine de kendinilerini bundan geri alamıyorlar. Belki de bizim iyi niyetimizi gerizekalılık olarak algılıyorlar. Bilemiyorum, bu düşündüklerimde ne kadar haklıyım, ne kadar yanlışım...
Hani filmin birinde bir replik vardı; "bugün iyi niyetim son günüydü, artık herşey adamına göre." kelimeleri tam hatırlayamasam da aşağı yukarı böyleydi cümlenin anlamı. Ben onu yapamıyorum işte. Bazen düşününce burada bir çok zor şeyi başardım, bir çok şeyin üstesinden geldim, bir çok şeye göğüs gerdim ama bunu bir türlü yapamıyorum. Her seferinde " bu farklı olacak, hissediyorum. Bunda faklı bir şeyler var. O özel birisi" derim ama sonuç hiçbir şekilde değişmiyor. Bütün filmlerin sonunun aynı olduğu bir dünya düşünün, her seferinde farklı bir son beklemek ne kadar aptalca değil mi? Hayır değil ama evet aynı zamanda aptalca da.
Şu kısacık hayatımda yukarıda saydıklarımın hemen hepsini hiçe sayabilecek tek bir istisnam var. Aynı evde doğup bütün aşamımı beraber geçirdiğim biri... Şimdi düşünüyorum da belki de sadece bu bile diğer bütün olumsuzlukları yok etmeye yetecek bir şey. Sadece bu bile yetebilir bir ömürü tamamlayabilmek için.
İnsanlarla olan etkileşimime bir son vermem gerekiyor. Hayatımdaki dengeleri sarsabilecek kadar yakınlaşmadan önce sınırlamam gerekirse yok etmem gerekiyor. Artık madalyonun diğer tarafının da neye benzediğini bilmeleri gerekiyor insanların. Tabi Mediamarkt'da çalışan şu kızı bir kahve içmeye ikna ettikten sonra. Bol şans bana.
19 Şubat 2014 Çarşamba
Uykusuz Düşünceler
2/19/2014
No comments
Bazen düşünüyorum da, ben çok düşünüyorum. Bu sebepten dolayı da eksik yaşıyorum hayatı. Çoğu zaman yaşamıyorum da zaten. Çoğu zaman keşke hiç yaşamamış olsaydım diyorum. Bazen de farklı bir varlık olarak yaşasaydım nasıl olurdu acaba diye düşünüyorum. Muhtemelen bir kartal olurdum. Aslan da olabilirdim. Her neyse saçma bir düşünce bu zaten.
Bir zamanlar zombi olmak istiyordum. Hala daha istiyorum aslında. Bir zombi olsaydım hayat daha kolay olurdu. Tabii o durumda bir hayat söz konusu olsaydı. Mesela; yegane amacım sadece et yemek olurdu. Başka hiçbir şey umurumda olmazdı. Canlı et olursa daha bir güzel olurdu tabii orası ayrı. Hiç bir toplumsal sorumluluğum, psikolojik sorunlarım, gereksiz düşüncelerim, saçma insan ilişkilerim olmazdı. --insan demişken, o kadar çok orospu çocuğu insan(!) var ki insan tanıdıkça hayretler içerisinde kalıyor. "Artık hiç bir şey beni şaşırtamaz, hepsinin ne bok olduğunu biliyorum" diyorsun ama sonra öyle bir şey yapıyorlar ki derinden bir hassiktir çekiyorsun. Neyse orospu çocuklarından bu kadar bahsetmem onların değerini artırır.-- Bir zombi olsaydım şayet bir vampirle sevişirdim büyük ihtimalle. Üstün bir ırkın var olmasında önayak olmayı çok isterim. Acaba bir vampirle bir zombinin çocukları olsaydı, o çocuğun ırkı ne olurdu? Zompir? (The Big Bang Theory'nin bir bölümünde geçiyordu bu terim.)
Bütün bunların yanında yine de insan olarak kalmak çok harika bir şey. Tamam sabahın köründe uyanıp işe-okula gitmek gibi saçma, yaşamını idame ettirebilmek için para kazanmak kadar gereksiz, bir başkasının yaşam alanına el koymak için savaşmak gibi orospu çocukluğu ve hiç bir boka yaramayan siyasi organlar gibi bir dünya saçmalık var ama düşünmeyi seven bir varlık için en ideal durum insan olarak kalabilmektir bence.
Nietzsche'nin üst insan tanımına uyan bir seviyeye ulaşabilecek miyim acaba? Bekleyip göreceğiz.
Bir zamanlar zombi olmak istiyordum. Hala daha istiyorum aslında. Bir zombi olsaydım hayat daha kolay olurdu. Tabii o durumda bir hayat söz konusu olsaydı. Mesela; yegane amacım sadece et yemek olurdu. Başka hiçbir şey umurumda olmazdı. Canlı et olursa daha bir güzel olurdu tabii orası ayrı. Hiç bir toplumsal sorumluluğum, psikolojik sorunlarım, gereksiz düşüncelerim, saçma insan ilişkilerim olmazdı. --insan demişken, o kadar çok orospu çocuğu insan(!) var ki insan tanıdıkça hayretler içerisinde kalıyor. "Artık hiç bir şey beni şaşırtamaz, hepsinin ne bok olduğunu biliyorum" diyorsun ama sonra öyle bir şey yapıyorlar ki derinden bir hassiktir çekiyorsun. Neyse orospu çocuklarından bu kadar bahsetmem onların değerini artırır.-- Bir zombi olsaydım şayet bir vampirle sevişirdim büyük ihtimalle. Üstün bir ırkın var olmasında önayak olmayı çok isterim. Acaba bir vampirle bir zombinin çocukları olsaydı, o çocuğun ırkı ne olurdu? Zompir? (The Big Bang Theory'nin bir bölümünde geçiyordu bu terim.)
Bütün bunların yanında yine de insan olarak kalmak çok harika bir şey. Tamam sabahın köründe uyanıp işe-okula gitmek gibi saçma, yaşamını idame ettirebilmek için para kazanmak kadar gereksiz, bir başkasının yaşam alanına el koymak için savaşmak gibi orospu çocukluğu ve hiç bir boka yaramayan siyasi organlar gibi bir dünya saçmalık var ama düşünmeyi seven bir varlık için en ideal durum insan olarak kalabilmektir bence.
Nietzsche'nin üst insan tanımına uyan bir seviyeye ulaşabilecek miyim acaba? Bekleyip göreceğiz.
18 Şubat 2014 Salı
Süpriz Ziyaret
2/18/2014
No comments
Bir kısır döngü içerisindeyim. Son zamanlarda deja-vuyu oldukça fazla yaşamam da bunu gösteriyor zaten. Bir şeylere ihtiyacım var. Yeni bir şeylere. Farklı olana, yadsınana, reddedilene, görmezden gelinene... Sıradan günlerin arasına serpiştirilmiş eşsiz bir müzikale...
Sanıyorum ki bir süpriz ziyaret vakti geldi özlenenlere. Nasıl olacak çok merak ediyorum, çok heyecanlandım. Normalde hiç böyle şeyler yapmam ama nerden estiyse artık.
Kahretsin. bu uçak fiyatları neden bu kadar pahalı?
Sanıyorum ki bir süpriz ziyaret vakti geldi özlenenlere. Nasıl olacak çok merak ediyorum, çok heyecanlandım. Normalde hiç böyle şeyler yapmam ama nerden estiyse artık.
Kahretsin. bu uçak fiyatları neden bu kadar pahalı?
31 Ocak 2014 Cuma
Hayat Bir Hint Filmi Değildir
1/31/2014
anı, aşk, ding dong, duygu, güzellik, hatırlamak, hayal, hint filmleri, ilgi, ölüm, saat, sevgi, sevgili, unutmak, unutulmak
No comments
Her şey bir düşle başlar. İlk görüş, ilk selam, ilk öpüş...
Hiç beklemediğin bir anda karşına çıkar. Hiç beklemediğin bir yerde... Elin ayağın bir birine dolaşır. Ne yapmalı, nasıl başlamalı, nasıl devam etmeli? Bir sis bulutunun ardından bakar size, beklenmedik bir masumiyetle. Susmalı mı, konuşmalı mı, yoksa oradan kaçıp gitmek mi? Kararsızlıkların arasında, içindeki sesleri dinlersin. Çığlık çığlığa bağırırlar, susturamazsın. Hangisini dinlemen gerektiğini de bilemezsin. Biri evet der, diğer hayır. Biri yap der, diğer yapma. Biri selam der, diğer kaçar.
Hherşeyin sıradan olduğu bir gün, bir "selam" ile şaheserliğe ulaşır. Bir selam der, bir hoşçakal... Arada geçip gidenlerden, söylenenlerden, gülüşmelerden bihabersindir. Sadece iki anı hatırlarsın, birisi selam, diğeri hoşçakal...
Sonra nasıl tekrardan iletişime geçeceğini düşünürsün. Arasam mı, yazsam mı? Farketmez dersin ve yazarsın. Bir selamla başlar ve bitmez. Günlerce yazarsın, konuşursun. Günlerce tasarlarsın aklından geçenleri. Tekrar, tekrar, tekrar... Ne istediğini biliyorsundur artık. Ne yapman gerektiğini de...
Sonra bir kahve içersin beraber. Acıdır kahve ama tatlıdır da... Şaheser bir gece, bir öpücükle muazzamlığa ulaşır. Kulakların çınlamaya başlar. Bütün hücrelerinde hissedersin o ilk öpücüğün etkisini. Hiç bitmesin istersin ancak saat çalar: ding! ve ayrılık vakti.
Uuyanırsın rüyadan gerçekliğe. Her şeyi tozpembe olarak hayal meyal hatırlarsın. Sanki yıllardan beri aynı rüyayı görüyormuş gibi hissedersin ancak çok kısa bir geçmiştedir hepsi. Hemen arkanda. Hemen geride kalmıştır.
Bbir düşle başlar herşey ve bir tokatla son bulur düşler. Sen elinde önünde bir bilgisayarla bu satırları yazarken kalakalırsın.
Hayat bir hint filmi değildir evet ama bu kadar da hollywood vari olmamalıydı bence...
Hiç beklemediğin bir anda karşına çıkar. Hiç beklemediğin bir yerde... Elin ayağın bir birine dolaşır. Ne yapmalı, nasıl başlamalı, nasıl devam etmeli? Bir sis bulutunun ardından bakar size, beklenmedik bir masumiyetle. Susmalı mı, konuşmalı mı, yoksa oradan kaçıp gitmek mi? Kararsızlıkların arasında, içindeki sesleri dinlersin. Çığlık çığlığa bağırırlar, susturamazsın. Hangisini dinlemen gerektiğini de bilemezsin. Biri evet der, diğer hayır. Biri yap der, diğer yapma. Biri selam der, diğer kaçar.
Hherşeyin sıradan olduğu bir gün, bir "selam" ile şaheserliğe ulaşır. Bir selam der, bir hoşçakal... Arada geçip gidenlerden, söylenenlerden, gülüşmelerden bihabersindir. Sadece iki anı hatırlarsın, birisi selam, diğeri hoşçakal...
Sonra nasıl tekrardan iletişime geçeceğini düşünürsün. Arasam mı, yazsam mı? Farketmez dersin ve yazarsın. Bir selamla başlar ve bitmez. Günlerce yazarsın, konuşursun. Günlerce tasarlarsın aklından geçenleri. Tekrar, tekrar, tekrar... Ne istediğini biliyorsundur artık. Ne yapman gerektiğini de...
Sonra bir kahve içersin beraber. Acıdır kahve ama tatlıdır da... Şaheser bir gece, bir öpücükle muazzamlığa ulaşır. Kulakların çınlamaya başlar. Bütün hücrelerinde hissedersin o ilk öpücüğün etkisini. Hiç bitmesin istersin ancak saat çalar: ding! ve ayrılık vakti.
Uuyanırsın rüyadan gerçekliğe. Her şeyi tozpembe olarak hayal meyal hatırlarsın. Sanki yıllardan beri aynı rüyayı görüyormuş gibi hissedersin ancak çok kısa bir geçmiştedir hepsi. Hemen arkanda. Hemen geride kalmıştır.
Bbir düşle başlar herşey ve bir tokatla son bulur düşler. Sen elinde önünde bir bilgisayarla bu satırları yazarken kalakalırsın.
Hayat bir hint filmi değildir evet ama bu kadar da hollywood vari olmamalıydı bence...
17 Eylül 2013 Salı
Başlık Bulamadım
9/17/2013
No comments
Uzun zamandır yazmıyorum ya da yazamıyorum desem daha doğru olacak. Sanki içimdeki ateş söndü bir anda. Gündelik hayatın koşuşturmacası arasında kayboldum ve geri dönüş yolunu bulmak da pek kolay olmadı. Belki de düşünmekten vazgeçmiştim, bilemiyorum. Şimdi yeniden yazmaya çalışınca ne kadar uzakta kaldığımı farkediyorum yeniden ve yeniden.
Duygusuz ve ruhsuz bir varlığa dönüştüm yeniden. Hiç bir şey ilgimi çekmiyor, hiç kimse umurumda değil sanki. Ruhani girdaplarımı özledim.
Yalnızlıktan çok da şikayetçi değilim. Belki de uzun zamandan sonra kıymetini farkettiğim yegane şeylerden biri de yalnızlıktı. Bütün günün koşuşturmacası ve kulağa çalınan milyonlarca ses dalgasının ardından eve gidince kavuşulan o kusursuz sessizlik tam olarak aradığım şey olduğunu farkettim. Ancak bu her ne kadar mükemmel gözükse de ister istemez eksikliği hissedilen çok şey var.
Eve adımını atınca karşında sana gülümseyen bir yüz görmek, mırıldandığın bir şarkıda sana eşlik edecek birinin olması, duygusal bir Bollywood filmi izlerken gözyaşlarını kendinden saklamak için başını koyacağın bir omuz...
Sanırım uzunca bir süre daha bu böyle devam edecek. Beni heyecanlandıracak hiç kimse yoksa hayatımda, bu eksikliği tamamlayabilecek kimse de yoktur değil mi?
Duygusuz ve ruhsuz bir varlığa dönüştüm yeniden. Hiç bir şey ilgimi çekmiyor, hiç kimse umurumda değil sanki. Ruhani girdaplarımı özledim.
Yalnızlıktan çok da şikayetçi değilim. Belki de uzun zamandan sonra kıymetini farkettiğim yegane şeylerden biri de yalnızlıktı. Bütün günün koşuşturmacası ve kulağa çalınan milyonlarca ses dalgasının ardından eve gidince kavuşulan o kusursuz sessizlik tam olarak aradığım şey olduğunu farkettim. Ancak bu her ne kadar mükemmel gözükse de ister istemez eksikliği hissedilen çok şey var.
Eve adımını atınca karşında sana gülümseyen bir yüz görmek, mırıldandığın bir şarkıda sana eşlik edecek birinin olması, duygusal bir Bollywood filmi izlerken gözyaşlarını kendinden saklamak için başını koyacağın bir omuz...
Sanırım uzunca bir süre daha bu böyle devam edecek. Beni heyecanlandıracak hiç kimse yoksa hayatımda, bu eksikliği tamamlayabilecek kimse de yoktur değil mi?
12 Haziran 2013 Çarşamba
Çalıntı Bir Bahar
6/12/2013
No comments
İlk ve son tıptı bir bahar gibi,
Tüm sevmeler, tüm sevmeler
Hepsi bir yerinden umuda bağlı.
Umut hala kundakta bir çocuk
Çocuksa büyümeye hevesli
Tıpkı bir bahar gibi….
Gidişler inceltmiyor insanı
Gidenin götürdükleri inciten
Bir son bahar sarılığında gelmişse sevda
Ve sevilen bırakmışsa
Yüreğinin en aralık yerindeki karda ayak izleri
Yürek demişken aslı kalpti
Kalpse sadece bir vücut parçası
Sevmek fili ile büyüttük onu içimizde
Yürek büyürken,
Sevilen koymuştu çoktan kafasına gitmeyi
Habersizce topladı götüreceklerini
Ve ancak o gittikten sonra anladık
Bizden çalınanın o meşhur,
o her şeyin müjdecisi bahar olduğunu
Kızamadık gidenlere
Biz becerememiştik sevmeyi…
Babadan yadigâr
Yamalı pantolon
Sökük gömlek
Trabzon dan gelme hakiki kara lastikle dertleşirken
Bir ağustos güneşinde vazgeçtik sevmekten…
Umut hala var
Ve hala kundakta bir çocuk
Çocuksa her şeye rağmen büyümeye hevesli
Tıpkı çaldırdığımız bahar gibi….
Son Filozof.
11 Haziran 2013 Salı
Küçük Mutluluklar
6/11/2013
No comments
Uykusuzluk esirinden kurtuldum. Aylar sonra gerçekten derin bir uykuya daldım. Hatta rüya bile gördüm. Ne gördüğümü şimdi hatırlamıyorum ama uyandığımda yanaklarımdan süzülen sevinç göz yaşları vardı. İnsanların "Nasılsın?" sorusuna, "Harikayım!" diye cevap verirken yalan söylediğim için vicdan muhakemesi yapmayacağım kendimle. İnsanları gözlerimdeki o muazzam ışıltının gerçek olduğuna inandırmak zorunda değilim artık. Çünkü en ince pırıltısına kadar hepsi gerçek. Dünyaya baktığımda savaş yıkıntıları değil, bahar çiçekleri göreceğim.
Mutluluğun küçük şeylerde olduğunu farkettiğinizde hayatın daha yaşanılabilir olduğunu da farketmiş oluyorsunuz. Küçük şeyler, bazen o kadar küçük oluyor ki her hangi bir duyu organınızla algılayamıyorsunuz ancak hissedebiliyorsunuz.
Yolda yürürken gözünüze kestirdiğim çizgilere basmadan yürüyebildiğim, damacanadan su pompalarken "Ne olur taşma, ne olur" şeklinde damacanaya yalvardığımı farkettiğimdeki o an, günler sonra buzdolabını açınca rafta kalan o son çikolatayı görünce, lavaboya gittiğimde bağırsaklarımın hala çalıştığını anlayınca, uzun zamandır görmediğim insanları rüyamda görüp bilinçaltımın onları bana unutturmak istemediğini farkedince, tıraş olurken ilk darbeyi tam istediğim yerden vurunca ve tıraştan sonra elimi yüzümde gezdirdiğimde en ufak bir pürüzün dahi kalmadığını görünce, bilgisayarımın "Power" düğmesine bastığımda o fan sesini duyunca, bir hafta önce mağazada görüp çok beğendiğim şeyi almaya gittiğimde, hala orada durduğunu görünce, uzun zamandır beklediğim filmin ilk seansında yer bulunca... Bunlara benzer daha milyon sebep ile mutluluğun doruklarına çıkıp, gecenin bir vakti yatağıma giderken içimdeki o büyük huzuru hissettiğimde bir kat daha mutlu oluyorum.
Hayatı daha yaşanılır kılan bu küçük mutluluklarımı yerle bir edecek büyük hüzünlerim de var elbette. Mesela sesini durmak ya da duyamamak, hiç beklemediğim rüyamın tam ortasında çıkıp gelmen ya da gelmemen, bir asır kaybolacağım gözlerine bakmam ya da bakamamam. Bütün büyük hüzünlerimin sebebinin sadece "sen" olması ne kadar ironik. Belki sen farketmedin ama tam tersi de olabilirdi. Hiç bir şeye değişemeyeceğim mutluluğumun kaynağı olabilirdin, sadece masallarda var olan o sihirli düş olabilirdin ama sen koca bir hiç olmayı seçtin. Artık seni seçimlerinin sonucunu yaşamana müsaade ediyorum.
Ha bir de çok acıktıktan sonra yemek yemek beni en çok mutlu eden şeylerden biri ve ben şimdi müthiş bir kahvaltı yapmaya gidiyorum. Sensiz.
9 Haziran 2013 Pazar
Çapulcular Ağaç Kesti
13. bitti 14. güne girdik. Bir kaç kendini bilmez almış eline tencere-tava çıkmış ülkemin sokaklarına sanki babalarının mallarıymış gibi bağıra çağıra bir aşağı bir yukarı...
Neymiş; İstanbul Taksim'de "Gezi" diye bir park varmış, oradaki ağaçları koruyacaklarmış, pis çapulcular. Bunlar zaten hep aynı. Kürtaj yasak dedik, "sanane" dediler ama biz elimizdeki işçi potansiyelini artırmak için biz yine doğurttuk. Sonra "emek çalışmaktır ,bayrama, kutlamaa gerek yok" dedik, Taksim'i yasakladık. Onlar yine kabul etmedi. Pis çapulcular! Hepsinin derdi bir gün fazladan yatmak. Tabii bize karşı duramadılar, biz yine bildiğimizi okuduk.
Ha, bir de bunlar tam alkolik. Yani demem o ki; hem çapulcu hem alkolik. Ya çok uzattık, namaz yaklaşıyor ve namazdan sonra toplu açılışa davetliyim. Ancak siz merak etmeyin, polisin maaşını hala biz veriyoruz, el altı bir emirle ezer geçeriz o pis çapulcuları. O da olmadı, evde %50'miz duruyor.
Amin
Badem Bıyıklı
Cevap:
Adım Güven, 13 gündür ülkenin farklı şehirlerinde farklı insanlarla tek bir şey haykırıyorum. "Özgürlüğüme Dokunma!" Sözümüz kısa sesimiz çok, ve ne yazık ki muhattabımızda yok. Yani demem o ki çapulcu olduk çıktık.
Bizi doğacı olarak da adlandırdılar, alkolik de olduk, çapulcu da. bu isimlerin hiç birisini biz üretmedık. Ama yeni doğmuş bir çocuk saflığında üstlendik bize verilen isimleri, bu isimlerin çokluğundan olacak, kafamız karıştı kimimiz alkolik oldu kimimiz çapulcu. Ama biz yine yanyanayiz...
77 Mayıs'ından bu yana, her 1 Mayıs'ta hep radyasyon yayan bir yer oldu Taksim. Ve bundan olacak hep yasak oldu bize. Şimdi kalkmış muhterem badem bıyıklının biri meydanı düzenleyeceğim ayağına, canım meydanı kapitalizm kucağına oturtacak. Ulan arkadaş yer miyiz? Normalde yeriz yemesine de bu sefer değil. Çünkü anladık, bu muhteremin niyetini, bugün sokağı alacak elimizden, yarın düşüncelerinizi öbür güne birşey bırakmayacak bizden. İşte bu yüzden bugün sokakta hayatında bir kez bile taksim meydanına ya da o meşhur parka gitmemiş insanlar sokakta. Çünkü onların artık kaybedecekleri bir özgürlükleri var. Sana sesleniyorum iktidar sahibi "özgürlüğümüze dokunma, yoksa evde tuttuğun % 50 bile seni kurtaramaz" saygılarımla direniş postası...
Direniş Postası...
Neymiş; İstanbul Taksim'de "Gezi" diye bir park varmış, oradaki ağaçları koruyacaklarmış, pis çapulcular. Bunlar zaten hep aynı. Kürtaj yasak dedik, "sanane" dediler ama biz elimizdeki işçi potansiyelini artırmak için biz yine doğurttuk. Sonra "emek çalışmaktır ,bayrama, kutlamaa gerek yok" dedik, Taksim'i yasakladık. Onlar yine kabul etmedi. Pis çapulcular! Hepsinin derdi bir gün fazladan yatmak. Tabii bize karşı duramadılar, biz yine bildiğimizi okuduk.
Ha, bir de bunlar tam alkolik. Yani demem o ki; hem çapulcu hem alkolik. Ya çok uzattık, namaz yaklaşıyor ve namazdan sonra toplu açılışa davetliyim. Ancak siz merak etmeyin, polisin maaşını hala biz veriyoruz, el altı bir emirle ezer geçeriz o pis çapulcuları. O da olmadı, evde %50'miz duruyor.
Amin
Badem Bıyıklı
Cevap:
Adım Güven, 13 gündür ülkenin farklı şehirlerinde farklı insanlarla tek bir şey haykırıyorum. "Özgürlüğüme Dokunma!" Sözümüz kısa sesimiz çok, ve ne yazık ki muhattabımızda yok. Yani demem o ki çapulcu olduk çıktık.
Bizi doğacı olarak da adlandırdılar, alkolik de olduk, çapulcu da. bu isimlerin hiç birisini biz üretmedık. Ama yeni doğmuş bir çocuk saflığında üstlendik bize verilen isimleri, bu isimlerin çokluğundan olacak, kafamız karıştı kimimiz alkolik oldu kimimiz çapulcu. Ama biz yine yanyanayiz...
77 Mayıs'ından bu yana, her 1 Mayıs'ta hep radyasyon yayan bir yer oldu Taksim. Ve bundan olacak hep yasak oldu bize. Şimdi kalkmış muhterem badem bıyıklının biri meydanı düzenleyeceğim ayağına, canım meydanı kapitalizm kucağına oturtacak. Ulan arkadaş yer miyiz? Normalde yeriz yemesine de bu sefer değil. Çünkü anladık, bu muhteremin niyetini, bugün sokağı alacak elimizden, yarın düşüncelerinizi öbür güne birşey bırakmayacak bizden. İşte bu yüzden bugün sokakta hayatında bir kez bile taksim meydanına ya da o meşhur parka gitmemiş insanlar sokakta. Çünkü onların artık kaybedecekleri bir özgürlükleri var. Sana sesleniyorum iktidar sahibi "özgürlüğümüze dokunma, yoksa evde tuttuğun % 50 bile seni kurtaramaz" saygılarımla direniş postası...
Direniş Postası...
29 Mayıs 2013 Çarşamba
Anlamsızlığın Anlamı
5/29/2013
No comments
İsteğimiz dışında geldiğimiz bu saçmalıklar silsilesinin ortasında, "yaşamak" kelimesi ile ifade ettiğimiz bir eylemi icraa ediyoruz, yine istemeden. Akıllı olanlar yol yakın iken siktiri çekmiş bu dünyaya ve gitmiştir. Geri kalanlarımız, biz cesaretsiz organizmalar yaşamın -yine kendimizin çıkarttığı- zorluklarına karşı amansız bir mücadeleye girişmişiz. Kaybedeceğini bildiğin bir savaş için verilen bir mücadele... Bütün bunların yanında hayatımıza anlam katan bir takım şeyler de var. Burada örnek saymak anlamsız, herkes kendi hayatına anlam katan şeyin farkındadır zaten. Benim ki sevgiydi. İnsanlığa karşı karşılıksız sevgi... Bazen de bir insana karşı daha özel bir sevgi...
Uçsuz bucaksız bir karanlığın ortasında bir başıma yolumu bulmaya çalışırken ben, uzaklardan bir ışık parçası oldun bana. Gittikçe yaklaşan... Beni sarıp sarmalayan kalabalığı es geçerek sana odaklanmıştım. Gözlerimi bir an olsun ayırırsam senden yine sonsuz karanlığın kollarına bırakacaktım kendimi. Uzun, çok uzun zaman geçti aradan ve artık etrafımdaki karanlığın yerine sen geçmiştin. Varlığınla huzur buluyordu benliğim. Hayat artık daha katlanılabilirdi, daha yaşanılası... Seninle beraber daha sevilesi... Evet seni sevdiğim su götürmez bir gerçekti. Yaşamıma anlam katan yegane şeyin, sen olduğunu bilmek nasıl bir duygudur? Ancak sen kendi ışığınla o kadar meşguldün ki içinde bulunduğum karanlığın farkında değildin. Belki de istemiyordun.
Şimdi sen yoksun. Artık ben de yoksun...
Bilişim çağının tam ortasın iletişimsiz kaldık. Aradaki mesafelerin belki de o kadar önemi yoktu ama ruhlarımızın uzaklaşması birbirinden... Kelimelerin karşısında anlamsız kaldığı bu durumda, dirayeti korumak adına giriştiğim bu mücadelenin patlama noktası neresi olur kestiremiyorum. İnsanlar yüzüme bakıp, "keşke senin gibi olabilsek." diye ettiği sitemleri duydukça çektiğim acının daha da arttığını farkedemiyorlar. Bunu onlara hissettirmiyorum. Kör olmak, sadece ışığın olmaması demek değildir. Bana bakıyorlar, gözlerime... Saatlerce... Işıltıyla parladığını düşündükleri bu gözlerin arkasında yatan ölümcül çaresizliğin farkında değiller. Yalnızlığın bir üst seviyesinde, henüz adını koyamadığımız o evrede, ölümle yaşam arasındaki bilinen o ince çizgi üzerinde cirit attığımı farkedemiyorlar. Ayağımın kaymasından korkuyorum. Eğer kayarsam bir daha sana ulaşamam. Şu an için küçük bir umudum var ancak o zaman umutlar da ölmüş olacak...
Anlamsızlığın ortasında debelenirken anlam katmıştın bana. Anlamsız düşüncelerimi anlamlandıran bir dilin vardı. Bütün bu kaosu düzene sokabilecek sesin... Şimdi anlamsızlık bile anlamını yitirdi.
Sonsuz karanlığımın ortasında bir ışık oldun bana ve sonra kayboldun. Şimdi sen yoksun ve ben karanlığın ortasında ölü bir yıldızım.
25 Mayıs 2013 Cumartesi
Her Zaman İki Seçenek Vardır
5/25/2013
No comments
Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi
her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta
bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep...
"Bomba gibiyim."
Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry'ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.
Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var:
Kurban olmak, ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry'yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi ?
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten...
Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu...
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.
Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..
Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep...
"Bomba gibiyim."
Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry'ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.
Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var:
Kurban olmak, ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry'yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi ?
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten...
Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu...
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..
Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.
Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..
22 Mayıs 2013 Çarşamba
Bir Dostu Aradı Bakışlarım
Bir dostu aradı bakışlarım...
Gerçeklerin çıkmaz sokaklarında, ürkek bir ceylan yavrusu misali kaçacak bir yol, sığınacak bir kale, saldıracak bir silah, savunacak bir kalkan edasıyla, bir dostu aradı bakışlarım. Onlarca, yüzlerce kilometre uzaklıkta, bir nefes kadar yakında... Sol cebimde sakladığım umut kırıntılarını, sağ cebimdeki 21. yüzyıl icadı olan bir aletin titremişi birleştirdi. Bir bütün halinde gözlerimin önünde hazırlanan sunumun şaheserliği karşısında büyülenmiş vaziyette sadece bakakaldım. Düşlerimin paramparça olması o kadar da önemli değildi. Bir dost, onları birleştirebilirdi. Bir dost, yeniden hayat enjekte edebilirdi tükenmiş olan bu bedene. Bir dost ki, en beklenmedik anlarında, beklenmedik mucizelerle çıkardı karşına.
Bir kaç yıl öncesine kadar hiç uzun süreli seyahatlerim olmamıştı. Hiç kimseyle vedalaşmamıştım. O histen ne kadar nefret edebileceğimi tahmin bile edemezdim. Artık biliyorum. Tam bu sebepten dolayı, son yolculuğum kadar huzur verici bir seyahat gerçekleştirmedim. Uğurlayan ve karşılayanın olmadığı bir yolculuk. Alışkanlıklar sonucu, otobüsten iner inmez, bir dostu aradı bakışlarım... Uzaklardan bir nefes, kulağımdaki bir ses... Bir dosttu bulduğum. Sabahın erken saatlerinde uyanmak gibi saçma bir alışkanlığım sebebiyle çok can sıkıcı sabahlar olsa da, huzurun buram buram dolduğu iki gün...Alınan her nefeste mutluluğun kaynağına yaklaşırken adım adım, bir ceylan yavrusundan, bir aslan parçasına dönüşmenin verdiği gücün doruklarında yaşamak...
Bir dostu buldu bakışlarım... Yıllar öncesinde bulmuştu zaten ve yakasına yapışıp bırakmadı yıllarca...
Bırakmayacaktı...
16 Mayıs 2013 Perşembe
Hatırlanacak Bir Anı
Tanımlanamayan duyguların esiri olmuş vaziyette geçen bir günün sonunda, son sığınma kalesinin sınırlarında mutluluğa ve huzura erişmiş varsayarken kendimi, son bir taarruzla esiri altına aldı beni saçmalıklar silsilesi. Bir kez daha... Sabahın ilk ışıklarından bu vakte kadar geçen süre zarfında, yaşanılan ikilemlerin bombası patladı, kaleme ulaşamadan. Gayet insani olan duyguların neden bana saçma geldiği anlayamadım henüz. Hoş anlasam ne olacaktı ki, yine saçma gelecekti anladığım olgular. Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminde Jim Carrey'in bir repliği ve çoğu zaman ciddi ciddi kendime sorduğum bir soru: "Neden bana azıcık ilgi gösteren her kıza aşık oluyorum?" Aslında tam bu soruyu sorduğum zaman, neden bu duyguların saçmalık olduğunu düşündüğümü de anlamış olmam gerekir, değil mi? Anlamıyorum, çünkü odun kafalı bir gerzekten başka bir şey değilim ben. Apaçık bir gerçek değil mi yani, gerçek bir sevgi ve aşk nedir, bilmediğim için. Olabilir mi? Neden olmasın.
Otobüs durağında karşılaştıktan sonra bir daha görmemiştim onu. Bir hafta falan oluyor, evet. Halbu ki tam karşımda, evet tam karşımdaki bir mağazada çalışıyormuş. Neden gitmedim? Neden bu kadar cesaretsizim. Neden bu kadar özgüvensiz... Bütün bunların farkındayım ama lanet olsun, üstesinden gelebilmek için ne yapmam gerektiği konusunda hiç bir fikrim yok. Bugün bir vatandaşın çekiştirmesiyle zoraki olarak girdim o kapıdan. İstemiyormuş gibi görünebilirim ama o mağazaya benim kadar istekli giren başka hiç kimse yoktur.
Kızıl saçlarının omuzlarından aşağı süzülüşü, gözlerindeki şahane ışıltı ve dudaklarındaki sarhoş edici gülümsemen... Bir insanın hayatı boyunca gördüğü ve görebileceği güzelliklerin toplamı, bu güzelliği ifade etmeye yetmez. Bir yazarın, kelimelerle oluşturduğu ve müthiş güzelliklerle betimlediği bir karakter, bu güzelliği yansıtamaz...
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir an daha yaşandı, bu coğrafyada. Yazsın, dünya üzerinde yaşanan bütün acı verici olayları, bütün katliamları not alan tarih. Böylesi güzel bir anı da not etsin tozlu sayfalarına...
Başlıkta güzel oldu ha, çok hoş ve güzel bir filmin adıydı, tam da bu yazıya uydu.
Otobüs durağında karşılaştıktan sonra bir daha görmemiştim onu. Bir hafta falan oluyor, evet. Halbu ki tam karşımda, evet tam karşımdaki bir mağazada çalışıyormuş. Neden gitmedim? Neden bu kadar cesaretsizim. Neden bu kadar özgüvensiz... Bütün bunların farkındayım ama lanet olsun, üstesinden gelebilmek için ne yapmam gerektiği konusunda hiç bir fikrim yok. Bugün bir vatandaşın çekiştirmesiyle zoraki olarak girdim o kapıdan. İstemiyormuş gibi görünebilirim ama o mağazaya benim kadar istekli giren başka hiç kimse yoktur.
Kızıl saçlarının omuzlarından aşağı süzülüşü, gözlerindeki şahane ışıltı ve dudaklarındaki sarhoş edici gülümsemen... Bir insanın hayatı boyunca gördüğü ve görebileceği güzelliklerin toplamı, bu güzelliği ifade etmeye yetmez. Bir yazarın, kelimelerle oluşturduğu ve müthiş güzelliklerle betimlediği bir karakter, bu güzelliği yansıtamaz...
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir an daha yaşandı, bu coğrafyada. Yazsın, dünya üzerinde yaşanan bütün acı verici olayları, bütün katliamları not alan tarih. Böylesi güzel bir anı da not etsin tozlu sayfalarına...
Başlıkta güzel oldu ha, çok hoş ve güzel bir filmin adıydı, tam da bu yazıya uydu.
Ahlak Üzerine
5/16/2013
ahlak, ahlak felsefesi, erdem, etik, fayda, felsefe, haz, iyi, kötü, toplumsal kurallar
No comments
Felsefenin temel sorularından birisidir; insan davranışlarının bir amacı var mıdır, olmalı mıdır? İnsan davranışlarından hangisi daha erdemlidir, ahlaklıdır? Ahlak; bireyin eylemlerinin toplumsal kurallar çerçevesinde “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirilmesidir. İyi ve kötü kavramları, yine toplumsal kurallarla belirlenmiş olan, “faydalı” ya da “zararlı” kavramlarına eşdeğerdir. Ahlakı daha detaylı olarak inceleyen Ahlak Felsefesi ise ahlakı iki kısımda inceler. İlki ahlâki kavramlar nelerdir ve içerikleri nelerdir sorularına yanıtlar aramak yani ahlâka teorik olarak yaklaşmak ki buna Ahlâk teorisi denir. İkinci yaklaşım ise hangi davranışlarımızın iyi ve doğru olduğunu araştırıp nasıl davranmamız gerektiğini bize dayatan Normatif ahlâk (Uygulamalı - pratik ahlak) tır.
Ahlak, insan davranışlarının dini, hukuki ve toplumsal olarak “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirilmesidir de diyebiliriz. Birey, yaptığı eylemlerle topluma karşı sorumludur. Devlet kavramının ortaya çıkış noktalarından biri de budur aslında. Bir arada yaşayan insanların aralarındaki ilişkinin resmiyete dökülmesidir devlet yapılanması bir nev-i. Mademki birey yaptığı eylemlerle topluma karşı sorumludur, o zaman bu eylemlerin sonuçlarının ahlaki olup olmadığı neye göre belirlenecektir? İyi, kötü, fayda ve haz gibi temele yayılarak o eylemin ahlaki boyutu sorgulanabilir. Buradaki asıl önemli olan konu; bu kavramların tamamen öznel olmasıdır. İyi-kötü, eylem neye göre iyidir ya da neye göre kötüdür? Fayda, eylem sonucunda kim/ne faydalanmış, kim/ne zarar görmüştür? Bütün bu soruların cevabı öznel olduğu için aslında ahlaki eylemde tanımlaması da özneldir.
Bütün bunların yanında toplumsal olarak ahlak, sadece cinsel davranışlarla sınırlandırılmaktadır. Özellikle dini otoritenin çok etkin olduğu toplumlarda büyük çoğunlukla kadınlar üzerinde oluşturulan cinsel sınırlamalar ahlakın çerçevesini çizer. Hâlbuki ahlak, insanın bütün davranışlarını kapsayan bir kavramdır.
Toplumsal olarak, eylemlerin ahlaki değerlendirilmesi değişkenlik gösterse bile, evrensel olarak kabul görmüş ahlak kuralları da vardır. Hırsızlık, tecavüz, adam öldürmek gibi eylemler evrensel olarak ahlak dışı kabul edilir. Ancak bir Arap ülkesinde alkollü içecek kullanılması ahlaki değilken, bir Avrupa ülkesinde gayet normal karşılanabilen bir eylemdir.
Mesela, bir seri katil düşünün. Bu seri katilimiz sadece tecavüzcülere hak ettiklerini vermek adına onları öldürüyor diyelim. Sizce bu eylem ahlaki midir? Burada karşımıza üç grup insan çıkacaktır. Ahlakidir diyenler, ahlaki değildir diyenler ve kararsızım diyenler. Ahlakidir diyenler; eğer bu vatandaş sadece tecavüzcüleri öldürüyorsa şayet o zaman haklı bir sebepten öldürüyordur, topluma faydalıdır, derler. Ahlaki değildir diyenler; bu adam bir başkasının yaşama hakkını elinden alıyor. Karşısındaki bir tecavüzcü bile olsa değişme, topluma kazandırılma şansı olduğu için yaşama hakkı vardır, derler. Kararsız olanlar ise aslında iki tarafında görüşünü kabul ederler.
Yani ahlak kavramı göreceli bir kavramdır ve bana göre bireyin kendisini mutlu edecek şekilde yaptığı bütün eylemler ahlakidir. Komünist felsefeyi benimsemiş biri olarak ben, mutluluk ve zevk konusunda oldukça bencil olunması gerektiğini düşünüyorum.
15 Mayıs 2013 Çarşamba
Mum Işığı Notları
Gecenin en ürkütücü saatlerinde, bir mum ışığı altında karalarken bu satırları, donakaldım. Saatlerce hareket ettirmeye çalıştığım bu kalem, tonlarca ağırlığı ile ruhumun kırılma noktasını had safhasına kadar zorladı. Oluşan göz yağmurları arasında, mumların duvara yansıttığı gölgelerde yakaladım simgesel siluetini. Yine en masum halinle karşımdaydın işte. Saniyeler, dakikalar, saatler geçti aradan ve sen bundan keyif alırcasına hâlâ daha anılarımın en mahrem yerlerine dokunuyordun. Düşlerim, en zevkli ve aynı zamanda en acı verici tecavüzüne uğramıştı. Bekaretini kaybetmiş hayallerim, "sen" kokuyordu buram buram...
Özlemin en derinlere nakşettiği şu saatlerde, duygularının esiri olmuş bir adamın son çığlıkları yükselmekte evrenin sonsuzluğuna. Müziğin sesini kıs biraz, sen de duyacaksın. Dinle! Adını haykırmakta bu uğultular.
Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, belki de dünyanın en iyi şairleri, en iyi yazarları dize gelebilirdi karşımda. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, gül, dikenlerinden vazgeçebilirdi, bülbül için. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, bunu okurken bir yolcu koltuğunda yerini almış olurdun çoktan. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, sana olan özlemim sönerdi bir anda...
Bu kahredici karanlığın ortasında bunları yazarken farkettim ki, ben aslında aylardır karanlıktayım. Işığını arayan pervane misali sana her yaklaştığımda kayboluyordun ve ben yine kendi karanlığımda yok oluyordum...
Özlemin en derinlere nakşettiği şu saatlerde, duygularının esiri olmuş bir adamın son çığlıkları yükselmekte evrenin sonsuzluğuna. Müziğin sesini kıs biraz, sen de duyacaksın. Dinle! Adını haykırmakta bu uğultular.
Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, belki de dünyanın en iyi şairleri, en iyi yazarları dize gelebilirdi karşımda. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, gül, dikenlerinden vazgeçebilirdi, bülbül için. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, bunu okurken bir yolcu koltuğunda yerini almış olurdun çoktan. Şimdi sana özlemimi anlatabilsem şayet, sana olan özlemim sönerdi bir anda...
Bu kahredici karanlığın ortasında bunları yazarken farkettim ki, ben aslında aylardır karanlıktayım. Işığını arayan pervane misali sana her yaklaştığımda kayboluyordun ve ben yine kendi karanlığımda yok oluyordum...
12 Mayıs 2013 Pazar
Nasıl Bir Büyümektir Bu?
Büyümek...
Nedir? Ne değildir?
Bir insanın büyüdüğüne nasıl karar veririz? Biz büyüdüğümüzü nasıl anladık? Her birimiz için farklı cevapları olan sorular bunlar. Her birimizin hikayesi farklı kapılara açılıyor, farklı duraklarda son buluyor. Bizler sadece bu hayat otobüsünde beraber yolculuk yapan yabancıyız birbirimize. Her birimizin durakları farklı ve her birimiz hikayesi özel.
Ben nasıl büyüdüğümü anlayamadım. Nasıl bir anda çocuk olmaktan vazgeçtiğimi... Bir an önce umarsız bir çılgınlıkla, umursamaz bir kaideyle çocukluğumu had safhasında yaşarken, bir an sonra büyümüştüm. Bir an sonra göz göze gelmiştik. Sonra... Sonra bir daha da toparlanamadık zaten. Hiç bir zaman istemediğim ve istemeyeceğim bir olgu karşısında bir tavşan ürkekliğiyle donakalmıştım karşında. Kelimeler cümlelere dönüşüp bir saçmalıklar silsilesi oluştururken bir daha asla çocuk olamayacağımı anlamıştım. Bir daha asla şen şakrak bir şekilde, umursamaz bir tavırla hayatı karşıma alıp, onunla dalga geçemeyecektim. Bir daha asla tam anlamıyla yeniden yaşayamayacaktım. Beni dönüştürdüğün bu varlık, bu beden artık benim için bir et parçasından başka bir şey değildi. Sen karşımda, konuştuğum saçmalıklar silsilesinin arasından esprileri ayıklayıp gülümserken bana, nasıl bir felakete sebep olduğundan bihaberdin. Ben, çocuk olmaktan vazgeçmiştim istemeyerek. Sen, beni öldürmüştün bilmeyerek.
Gözlerine kilitlendiğim an birmişti benim bir an önceki hayatım. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ben bittim ve sen en masum halinle kalkıp gittin... Geride bıraktığın sahte gülümsemelerin izleri duruyordu hala masada, sen yoktun. Sen gittin ve giderken benim en önemli parçamı da yanında götürdün, benim çocukluğum senin ellerindeydi. Şu ana kadar farkına varamadığım bir gerçek, dünyadaki en acımasız ellerde olduğuydu. Patlamaya hazır saatli bir bombanın, her tik tak sesiyle oluşturduğu o panikle, o korkuyla koşturuyorum peşinden. Hayır! Senin için değil, çocukluğumu en saf haliyle kurtarabilmek için...
Nedir? Ne değildir?
Bir insanın büyüdüğüne nasıl karar veririz? Biz büyüdüğümüzü nasıl anladık? Her birimiz için farklı cevapları olan sorular bunlar. Her birimizin hikayesi farklı kapılara açılıyor, farklı duraklarda son buluyor. Bizler sadece bu hayat otobüsünde beraber yolculuk yapan yabancıyız birbirimize. Her birimizin durakları farklı ve her birimiz hikayesi özel.
Ben nasıl büyüdüğümü anlayamadım. Nasıl bir anda çocuk olmaktan vazgeçtiğimi... Bir an önce umarsız bir çılgınlıkla, umursamaz bir kaideyle çocukluğumu had safhasında yaşarken, bir an sonra büyümüştüm. Bir an sonra göz göze gelmiştik. Sonra... Sonra bir daha da toparlanamadık zaten. Hiç bir zaman istemediğim ve istemeyeceğim bir olgu karşısında bir tavşan ürkekliğiyle donakalmıştım karşında. Kelimeler cümlelere dönüşüp bir saçmalıklar silsilesi oluştururken bir daha asla çocuk olamayacağımı anlamıştım. Bir daha asla şen şakrak bir şekilde, umursamaz bir tavırla hayatı karşıma alıp, onunla dalga geçemeyecektim. Bir daha asla tam anlamıyla yeniden yaşayamayacaktım. Beni dönüştürdüğün bu varlık, bu beden artık benim için bir et parçasından başka bir şey değildi. Sen karşımda, konuştuğum saçmalıklar silsilesinin arasından esprileri ayıklayıp gülümserken bana, nasıl bir felakete sebep olduğundan bihaberdin. Ben, çocuk olmaktan vazgeçmiştim istemeyerek. Sen, beni öldürmüştün bilmeyerek.
Gözlerine kilitlendiğim an birmişti benim bir an önceki hayatım. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ben bittim ve sen en masum halinle kalkıp gittin... Geride bıraktığın sahte gülümsemelerin izleri duruyordu hala masada, sen yoktun. Sen gittin ve giderken benim en önemli parçamı da yanında götürdün, benim çocukluğum senin ellerindeydi. Şu ana kadar farkına varamadığım bir gerçek, dünyadaki en acımasız ellerde olduğuydu. Patlamaya hazır saatli bir bombanın, her tik tak sesiyle oluşturduğu o panikle, o korkuyla koşturuyorum peşinden. Hayır! Senin için değil, çocukluğumu en saf haliyle kurtarabilmek için...
11 Mayıs 2013 Cumartesi
Savaşın İnce Sanatı
Gecenin karanlığı çökmüştü omuzlarıma
Bin bir türlü düşüncelere sevk etmişti
Hayallerimle yaşıyordum ve hayallerim benden uzaktı
Hayallerimle yaşıyordum ve şimdi hayallerim yanıyordu.
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler,
Sarmalamıştı etrafımı birer birer
Bir çıkış yolu arıyordum, ancak;
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler
Düşüncelerimi de karartmıştı birer birer.
Sol yanımda gelen bir hamle
ve ardı arkası kesilmeyen darbeler bütünü...
Bunlar değildi canımı yakan
Canımı yakan;
Geçmişim, geleceğim. Dünüm ve bugünüm
İçimde kopan bir fırtına, bir savaş vardı sanki
Ne yazık!
Kimse öğretmemişti bana bu savaşın ince sanatını
İlk nefesimle girmiştim bu harp meydanına
Korkuyordum, hazırlıksızdım...
Ne garip!
Savaş meydanında, savaş sanatı öğrenmek...
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler,
Çekiliyorlardı üzerimden birer birer
Geçmişim, geleceğim, dünüm ve bugünüm
Beni benliğimle bırakıp uzaklaşıyorlardı,
Farklı yönlerde...
Yığılıp kaldım yere
Bu savaşı kaybettim belki de...
Bacaklarım titriyor, ağlıyorum sessizce.
Boylu boyunca uzanmışım yere,
Yüreğimin isyanını dindirmeye çalışıyorum.
Bir karanlıklar silsilesi daha son buluyor
Gözlerimi açıyorum
Bir hastane koğuşunda...
Bin bir türlü düşüncelere sevk etmişti
Hayallerimle yaşıyordum ve hayallerim benden uzaktı
Hayallerimle yaşıyordum ve şimdi hayallerim yanıyordu.
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler,
Sarmalamıştı etrafımı birer birer
Bir çıkış yolu arıyordum, ancak;
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler
Düşüncelerimi de karartmıştı birer birer.
Sol yanımda gelen bir hamle
ve ardı arkası kesilmeyen darbeler bütünü...
Bunlar değildi canımı yakan
Canımı yakan;
Geçmişim, geleceğim. Dünüm ve bugünüm
İçimde kopan bir fırtına, bir savaş vardı sanki
Ne yazık!
Kimse öğretmemişti bana bu savaşın ince sanatını
İlk nefesimle girmiştim bu harp meydanına
Korkuyordum, hazırlıksızdım...
Ne garip!
Savaş meydanında, savaş sanatı öğrenmek...
Gecenin karanlığında karanlık gölgeler,
Çekiliyorlardı üzerimden birer birer
Geçmişim, geleceğim, dünüm ve bugünüm
Beni benliğimle bırakıp uzaklaşıyorlardı,
Farklı yönlerde...
Yığılıp kaldım yere
Bu savaşı kaybettim belki de...
Bacaklarım titriyor, ağlıyorum sessizce.
Boylu boyunca uzanmışım yere,
Yüreğimin isyanını dindirmeye çalışıyorum.
Bir karanlıklar silsilesi daha son buluyor
Gözlerimi açıyorum
Bir hastane koğuşunda...
10 Mayıs 2013 Cuma
Bir Umut Parçası
Gecelerin bitmez tükenmez karanlığında, bir parça ışığa
muhtaç bir pervane edasıyla katlederken ıssız sokakları, içimde dindirilemeyen
bir coşkunun doruk noktasına ulaşmasını izledim şaşkınlıkla. Bir garip
tebessümle kalakalmıştım yolun ortasında. Yirminci yüzyılın en büyük icadı, bu
gereksiz hayatı sonlandırmak istercesine saldırıyordu bana, ta ki uyanana
kadar. Kendimi can havliyle attığım yol kenarında, hayatın, hayatımın
muhakemesini yaparken bulmam bir tesadüf müydü?
Kendimi
o yol kenarında bulduğumda içimde dindirilemeyen o coşkunun yeni farkına
varmıştım, umuttu. Hep son anda ortaya çıkan ve en çaresiz zamanlarda varlığını
hissettiren o duygunun kutsallığını ifade edebilmek için hiçbir edebi cümlenin
yetmeyeceğini, her insan kolaylıkla anlayabilir.
Hayatın
acımasız çarkları arasına düşen bir çubuk misali, her insanın dayanması gereken
ve atlatması gereken o müthiş mücadele sonucunda ya istediğini elde eder ya da
o dişlilerden birine yamanarak sistemin bir parçası haline gelir. O çubuğun sağlamlığını
ise umut belirler.
6 Mayıs 2013 Pazartesi
2 Değişken, 2 Anı
5/06/2013
No comments
Her sabahki gibi saçma bir günün ilk ışıklarında gözlerimi açtığmda, bu kadar boktan bir dünyaya hala daha nasıl uyanabildiğime şaşırdım. Her sabah tekrar eden bu saçmalıklar silsilesinin ortasında traş, duş ve bir kahve sıralamasını izleyerek başladığım günün ne kadar iyi ya da ne kadar kötü geçebileceğini kestirmeye çalışırım. Zor hem de çok zor. Bana kalsa zaten neden kötü bir günüm olmasını isteyeyim ki? Hangi gerizekalı isteyebilir böyle bir şeyi? Bugün gayet iyiydi mesela, olması gerekenden çok daha iyi. Bakalım yarın bize ne getirir?
Bugün bir arkadaşımın doğum günüymüş. Bunu öğrendiğim zaman bir anda anılar film şeridi gibi gösteri sundular bana. Ne kadar da çok anım varmış onunla ilgili. Olması gereken de bu değil mi zaten? O, benim bu hayatımdaki ilk arkadaşım... Sanırım 5.5-6 yaşlarındayım. Bilirsiniz daha siz kendinizi bile tanımıyorsunuz o sıralarda. Ben de daha kendimi tanımadan O'nu tanımıştım. Müthiş bir şey. Kadınlara doğuştan gelen zeka ve iç güdüleri onda çok erken yaşta kendisini göstermeye başlamıştı, bazen beni çileden çıkartırdı. Bazen küserdi bana, ben yeniden barışabilmek için binbir çeşit maymunluk yapardım. Çok güçlüydü, çok dayanıklıydı desek daha doğru olur. Kurmalı arabaların ilk çıktığı zamanlarda babam bir tane almıştı bana. Çok güzeldi, babamın kendi isteğiyle aldığı ilk oyuncaktı bana. Bir çocuğu mutlu etmek bu kadar basitti işte. Babamla karşı karşıya oturup arabayı bir birimize yollardık. Ertesi gün arabayı O'na gösterdim, nasıl çalıştırması gerektiğini öğrettim ve oynamaya başladık. Sanırım kurma kolunu biraz fazla çevirmişti, daha hızlı gitmesini istedi herhalde bilemiyorum. Kırıldı sonra. Ben üzüntü ve kızgınlık arasında geçirdiğim o öfke nöbetiyle saçlarından bir avuç almıştım elime ve elimde kaldı. Bir babanın çocuğuna attığı tokattan hemen sonra elini ısırması gibi ani bir pişmanlık kapaldı tüm bedenimi. Ancak O'ndan en ufak bir acı ifadesi çıkmamıştı, (sonrasında ağlamamıştır umarım) pişmanlık ve şaşkınlık arasında hangisinin ağır bastığına karar vermeye çalışırken çıktı evden. Daha sonraki günler yeniden kaldığımız yerden devam etmiştik ama bu olanlar için asla özür dileyememiştim ondan. Tüm kalbimle özür diliyorum senden...
Sonraki yıllarda şehirler değişti, bağlatılarımız koptu. Şimdi yeniden iletişim halindeyiz ama o kadar işte.. O benim ilk arkadaşımdı, ilk dostumdu. O bir melekti, zaten ismide melekten türemişti. Umarım mutlusundur, hep mutlu olursun.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu şehre adım attığım ilk haftalarda tanıdığım müthiş bir insan vardı, hala daha var. Bir fastfood dükkanında tezgahtardı. Kelimelerin kifayetsiz kalmasına sebebiyet verecek derecede doal bir güzelliği vardı. Zaten insanların iç güzelliklerinin dışlarına vurduğuna inanırım ben, öyle gerçektende. Dikkatli bakarsanız farkedersiniz. Beni o fastfood dükkanına bağımlı hale getirmişti. Aslında bağımlılığım başka bir şeydi ama neyse.
Karşısında doğru dürüst konuşamazdım. Lanet olsun dostum, çıkmıyordu ağzımdan istediğim kelimeler. Aylarca devam etti bu böyle. Sonra bir süre gitmedim. Yorulmuştum belki de.Sonra bir ay kadar sonra gittiğimde işi bıraktığını öğrendim. Milyonluk şehirde bir daha nerden bulabilirdim ki onu. Aynen o şekilde, bulamamıştım da zaten.
Bu süre zarfında biraz kilo aldım ve mevsim normallerine seyredebilmek için kendimce uyguladığım bazı fiziki aktivitelerim var. Bu akşam da aynı şekilde oldu. evden çıktım ve kendimi evimden çok uzakta buldum. Normalde 15 dakikalık aralarla gelmesi gereken otobüs, yarım saat geçmesine rağmen gelmemişti. İyi ki de gelmemiş. Bir ara birisinin bana baktığını farkettim ve kafamı çevirdim. Mutluluk, heyecan, sevinç, şok etkisi... Hepsi bir anda yüklenince bedene, kulağının gibinde balon patlatılmış bir tavşandan farksız olmuyor insan. Evet doğru tahmin, karşımdaydı işte. Oradan bana bakıyordu öylece...
Uyandığım bu boktan sabaha anlam yükleyen iki müthiş olay yaşadım bugün. Hiç bir sabaha gereksiz uyanmıyoruz. Hiç bir sabahın bize neler getireceğini asla bilemeyiz.
Hadi şimdi bir Conan O'brien dansı yapalım ve yatalım.
Bugün bir arkadaşımın doğum günüymüş. Bunu öğrendiğim zaman bir anda anılar film şeridi gibi gösteri sundular bana. Ne kadar da çok anım varmış onunla ilgili. Olması gereken de bu değil mi zaten? O, benim bu hayatımdaki ilk arkadaşım... Sanırım 5.5-6 yaşlarındayım. Bilirsiniz daha siz kendinizi bile tanımıyorsunuz o sıralarda. Ben de daha kendimi tanımadan O'nu tanımıştım. Müthiş bir şey. Kadınlara doğuştan gelen zeka ve iç güdüleri onda çok erken yaşta kendisini göstermeye başlamıştı, bazen beni çileden çıkartırdı. Bazen küserdi bana, ben yeniden barışabilmek için binbir çeşit maymunluk yapardım. Çok güçlüydü, çok dayanıklıydı desek daha doğru olur. Kurmalı arabaların ilk çıktığı zamanlarda babam bir tane almıştı bana. Çok güzeldi, babamın kendi isteğiyle aldığı ilk oyuncaktı bana. Bir çocuğu mutlu etmek bu kadar basitti işte. Babamla karşı karşıya oturup arabayı bir birimize yollardık. Ertesi gün arabayı O'na gösterdim, nasıl çalıştırması gerektiğini öğrettim ve oynamaya başladık. Sanırım kurma kolunu biraz fazla çevirmişti, daha hızlı gitmesini istedi herhalde bilemiyorum. Kırıldı sonra. Ben üzüntü ve kızgınlık arasında geçirdiğim o öfke nöbetiyle saçlarından bir avuç almıştım elime ve elimde kaldı. Bir babanın çocuğuna attığı tokattan hemen sonra elini ısırması gibi ani bir pişmanlık kapaldı tüm bedenimi. Ancak O'ndan en ufak bir acı ifadesi çıkmamıştı, (sonrasında ağlamamıştır umarım) pişmanlık ve şaşkınlık arasında hangisinin ağır bastığına karar vermeye çalışırken çıktı evden. Daha sonraki günler yeniden kaldığımız yerden devam etmiştik ama bu olanlar için asla özür dileyememiştim ondan. Tüm kalbimle özür diliyorum senden...
Sonraki yıllarda şehirler değişti, bağlatılarımız koptu. Şimdi yeniden iletişim halindeyiz ama o kadar işte.. O benim ilk arkadaşımdı, ilk dostumdu. O bir melekti, zaten ismide melekten türemişti. Umarım mutlusundur, hep mutlu olursun.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu şehre adım attığım ilk haftalarda tanıdığım müthiş bir insan vardı, hala daha var. Bir fastfood dükkanında tezgahtardı. Kelimelerin kifayetsiz kalmasına sebebiyet verecek derecede doal bir güzelliği vardı. Zaten insanların iç güzelliklerinin dışlarına vurduğuna inanırım ben, öyle gerçektende. Dikkatli bakarsanız farkedersiniz. Beni o fastfood dükkanına bağımlı hale getirmişti. Aslında bağımlılığım başka bir şeydi ama neyse.
Karşısında doğru dürüst konuşamazdım. Lanet olsun dostum, çıkmıyordu ağzımdan istediğim kelimeler. Aylarca devam etti bu böyle. Sonra bir süre gitmedim. Yorulmuştum belki de.Sonra bir ay kadar sonra gittiğimde işi bıraktığını öğrendim. Milyonluk şehirde bir daha nerden bulabilirdim ki onu. Aynen o şekilde, bulamamıştım da zaten.
Bu süre zarfında biraz kilo aldım ve mevsim normallerine seyredebilmek için kendimce uyguladığım bazı fiziki aktivitelerim var. Bu akşam da aynı şekilde oldu. evden çıktım ve kendimi evimden çok uzakta buldum. Normalde 15 dakikalık aralarla gelmesi gereken otobüs, yarım saat geçmesine rağmen gelmemişti. İyi ki de gelmemiş. Bir ara birisinin bana baktığını farkettim ve kafamı çevirdim. Mutluluk, heyecan, sevinç, şok etkisi... Hepsi bir anda yüklenince bedene, kulağının gibinde balon patlatılmış bir tavşandan farksız olmuyor insan. Evet doğru tahmin, karşımdaydı işte. Oradan bana bakıyordu öylece...
Uyandığım bu boktan sabaha anlam yükleyen iki müthiş olay yaşadım bugün. Hiç bir sabaha gereksiz uyanmıyoruz. Hiç bir sabahın bize neler getireceğini asla bilemeyiz.
Hadi şimdi bir Conan O'brien dansı yapalım ve yatalım.
1 Mayıs 2013 Çarşamba
Bir Garip Şey
Unutmak... Unutulmak...
Ölümün diğer adıdır unutulmak, farklı bir cinayet şeklidir unutmak. Ne kimse cenazenize gelir, ne de birisi sizi sorgulamaya... Çok ironik bir durum. Karnın çok açtır, paran yoktur ve karnını doyurmak için ekmek "çalarsın" kanun koruyucular ensendedir. Birisinin hayatını alt-üst edersin, yaşayan bir enkaza dönüşmesine sebebiyet verirsin ama kimse sana sormaz, "Neden yaptın?" diye. Unutulmaktan ölümüne korkarım, o yüzdendir hiç kimseyi unutamayışım. Bir lanet sanırım bu. Bazı insanlara doğuştan yapışan bir etiket... Şanslı mıyım acaba?
Bugün bir arkadaşım aradı. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, çok uzun zaman. Şanşkınlık, sevinç, heyecan... Bir anda bütün duygularım harekete geçti, nutkum tutuldu, ne söylemem gerektiğini bilemedim bir an. Biraz sohbet, biraz eski günler... Yarın tekrar arayacağım, bu kadar uzun zamandan sonra benden kurtulmak mümkün mü?
Hatırlanmak mutlu eder insanı. Her insanı mutlu eder. Hatırlayın geçmişte bıraktıklarınızı, eşekliğin alemi yok. Bunu okuduktan sonra hala beni aramayan varsa, onun da kafasını kırayım ben.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hint filmleri izliyorum bu aralar. Eega, Faana, Taalash, Oh My God, Barfi, Taare Zameen Par... Ha unutmadan, bir de "3 İdiots" var. Hoolywood filmlerinin bir çoğundan kaliteli olduklarını söyleyebilirim. Ama 150 dakikadan aşağı filmleri yok ya. Neyse konumuz bu değil, uzun filmler ama etkileyiciler, tavsiyedir.
Filmleri izlerken bir çok duyguyu bir arada yaşayabiliyorsunuz. En azından bende öyle, siz ruhsuzsanız bilemem tabii ki. Neyse konumuz siz değilsiniz. Demek istediğim bir sahnesinde kahkahalarla boğuşurken hemen arkasında kucağınıza düşen gözyaşlarına şaşkınlık içerisinde bakabiliyorsunuz. Bir sahnede ihanete tanık olurken diğer sahnede aşkın en yoğun halini yaşayabiliyorsunuz. Nedense benim her sahnede düşündüğüm insanlar var. Çok çeşit girmiş-çıkmış hayatımdan. "Ben mi çok orospuyum yoksa onlar mı?" diye sorup duruyorum bu aralar kendime. Oldukça fazla soruyorum... Ha orospu demişken, bilinen en eski mesleğin orospuluk olduğunu biliyor muydunuz? Bir düşünün bakalım neden? Neyse konumuz orospular değil tabii ki.
Ne diyorduk? Evet, Hint filmleri. Fazla yormayın, izleyin işte. Güzel filmler. Aamir Khan, Kareena Kapoor iyi oyuncular. Bizdeki Kadir İnanır ve Türkan Şoray gibi mesela.
İzlemeniz gereken filmlerin isimlerini de verdim işte, daha ne bekliyorsunuz? Hadi iyi seyirler size.
O değil de; köpek gibi özlüyorum seni, hiç mi farketmiyorsun bunu? Neyse gözyaşlarımızı gecenin şefkatli kollarına bırakıp, zıbaralım artık.
Ölümün diğer adıdır unutulmak, farklı bir cinayet şeklidir unutmak. Ne kimse cenazenize gelir, ne de birisi sizi sorgulamaya... Çok ironik bir durum. Karnın çok açtır, paran yoktur ve karnını doyurmak için ekmek "çalarsın" kanun koruyucular ensendedir. Birisinin hayatını alt-üst edersin, yaşayan bir enkaza dönüşmesine sebebiyet verirsin ama kimse sana sormaz, "Neden yaptın?" diye. Unutulmaktan ölümüne korkarım, o yüzdendir hiç kimseyi unutamayışım. Bir lanet sanırım bu. Bazı insanlara doğuştan yapışan bir etiket... Şanslı mıyım acaba?
Bugün bir arkadaşım aradı. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, çok uzun zaman. Şanşkınlık, sevinç, heyecan... Bir anda bütün duygularım harekete geçti, nutkum tutuldu, ne söylemem gerektiğini bilemedim bir an. Biraz sohbet, biraz eski günler... Yarın tekrar arayacağım, bu kadar uzun zamandan sonra benden kurtulmak mümkün mü?
Hatırlanmak mutlu eder insanı. Her insanı mutlu eder. Hatırlayın geçmişte bıraktıklarınızı, eşekliğin alemi yok. Bunu okuduktan sonra hala beni aramayan varsa, onun da kafasını kırayım ben.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hint filmleri izliyorum bu aralar. Eega, Faana, Taalash, Oh My God, Barfi, Taare Zameen Par... Ha unutmadan, bir de "3 İdiots" var. Hoolywood filmlerinin bir çoğundan kaliteli olduklarını söyleyebilirim. Ama 150 dakikadan aşağı filmleri yok ya. Neyse konumuz bu değil, uzun filmler ama etkileyiciler, tavsiyedir.
Filmleri izlerken bir çok duyguyu bir arada yaşayabiliyorsunuz. En azından bende öyle, siz ruhsuzsanız bilemem tabii ki. Neyse konumuz siz değilsiniz. Demek istediğim bir sahnesinde kahkahalarla boğuşurken hemen arkasında kucağınıza düşen gözyaşlarına şaşkınlık içerisinde bakabiliyorsunuz. Bir sahnede ihanete tanık olurken diğer sahnede aşkın en yoğun halini yaşayabiliyorsunuz. Nedense benim her sahnede düşündüğüm insanlar var. Çok çeşit girmiş-çıkmış hayatımdan. "Ben mi çok orospuyum yoksa onlar mı?" diye sorup duruyorum bu aralar kendime. Oldukça fazla soruyorum... Ha orospu demişken, bilinen en eski mesleğin orospuluk olduğunu biliyor muydunuz? Bir düşünün bakalım neden? Neyse konumuz orospular değil tabii ki.
Ne diyorduk? Evet, Hint filmleri. Fazla yormayın, izleyin işte. Güzel filmler. Aamir Khan, Kareena Kapoor iyi oyuncular. Bizdeki Kadir İnanır ve Türkan Şoray gibi mesela.
İzlemeniz gereken filmlerin isimlerini de verdim işte, daha ne bekliyorsunuz? Hadi iyi seyirler size.
O değil de; köpek gibi özlüyorum seni, hiç mi farketmiyorsun bunu? Neyse gözyaşlarımızı gecenin şefkatli kollarına bırakıp, zıbaralım artık.
23 Nisan 2013 Salı
Saçmalıklar Silsilesine Bir Nota
Saat 21:30 ve bir günün daha sonuna yaklaşıyoruz adım adım. Sensiz geçen ve hala ışınlanma olmadığı için sensiz bitecek bir gün. Artık o kadar da acıtmıyor. Yani evet yokluğun hala can yakıcı ama eskisi kadar değil. İnsanoğlunun temelinde vardır değil mi bu? Uyum sağlama, duruma alışma ve devam ettirme. Evet, evet doğamızda var bu. O zaman bu akşam öyle sikimsonik duygusal yazılar yazmayacağım. Sen gittin, ben acı çektim ve bitti.
Bu akşam zombilerden bahsetmek istiyorum. Evet doğru artık ben de bir "The Walking Dead" fanıyım.
İşte şu yukarıda gördüğünüz ruhsuz, tipsiz bi sike benzemeyen varlıklara zombi diyorlar. Popüler kültürün bir parçası olarak bir çok filme konu olmuşlardır. Ruhsuz, akılsız, insan etine daha çok canlı insan etine düştün, hızla çürüyen bir bedene sahip varlıklar olarak tasvir edilirler.
Şimdi bu zombiler nerden çıktı? Hangi gerizekalı çıkıp da zombi diye bir safsatayı uydurmuş olabilir? Aslında çoook eski dönemlere uzanıyor zombi tarihi aga. Zombi inanışı, Afrika’nın önemli dini inançlarından biri olan Voodoo’ya dayandırılmaktadır. Voodoo inancına göre, voodoo rahibi veya rahibesi çeşitli ayinlerle ölüleri diriltebilir ve dirilen kişinin bilinci yerinde olmadığından onu dirilten rahip veya rahibe kontrolü altında istediklerini yaptırabilir. Voodoo inanışının tanrısı Nzambi'yi andırdığı için bu ismi almıştır.
Peki var mı böyle bir şey? Yok tabii ki amk ne saçmalıyorsunuz siz? Ama ya varsa? Var olduklarını varsayarak zombileri inceleyelim mi biraz? Hazır mısınız? Korkmayın korkmayın, ben yanınızdayım.
Zombiler, vampirlerle akrabalardır. (Nasıl bir ilişki gerçekleşmişse artık) Ancak vampirlerin yaşam şartları ve şekilleriyle zombilerinki çok farklıdır. Mesela vampirlerin dönüşüm süreci oldukça uzundur (Google'dan arayın ne kadarmış diye) sanırım bir kaç gün. Vampirlerin alışma süreçleri de vardır, gün ışığından olumsuz etkilenirler falan. Zombilerde ise; dönüşüm süreçleri bir kaç saattir, gece-gündüz farketmez her an sikerler, şey pardon yerler, alışma süreci diye bir şey yoktur direkt insan avına çıkarlar. Ha unutmadan, vampirler gibi sadece kan değil, etleri de yerler. Daha doğrusu, mide bağırsak, dalak ne bulurlarsa artık. Öyle de midesiz varlıklar.
Geri dönüşümü olmaz diyorlar. Bir kere zombi oldun, yarra yedin aga, kurtuluşun yok. Benim kafam tam olarak burada karışıyor ya. Şimdi bir zombi bir insanı ısırırsa, zombi olur ya insan. Bir insan bir zombiyi ısırırsa neden insan olmaz o zombi?
Saat olmuş 22:15 ve ben sensiz bir uykuya daha hazırlanıyorum. Kulağımda ince bir tını: "Sensizliğin Lanet Senfonisi"
Bu akşam zombilerden bahsetmek istiyorum. Evet doğru artık ben de bir "The Walking Dead" fanıyım.
İşte şu yukarıda gördüğünüz ruhsuz, tipsiz bi sike benzemeyen varlıklara zombi diyorlar. Popüler kültürün bir parçası olarak bir çok filme konu olmuşlardır. Ruhsuz, akılsız, insan etine daha çok canlı insan etine düştün, hızla çürüyen bir bedene sahip varlıklar olarak tasvir edilirler.
Şimdi bu zombiler nerden çıktı? Hangi gerizekalı çıkıp da zombi diye bir safsatayı uydurmuş olabilir? Aslında çoook eski dönemlere uzanıyor zombi tarihi aga. Zombi inanışı, Afrika’nın önemli dini inançlarından biri olan Voodoo’ya dayandırılmaktadır. Voodoo inancına göre, voodoo rahibi veya rahibesi çeşitli ayinlerle ölüleri diriltebilir ve dirilen kişinin bilinci yerinde olmadığından onu dirilten rahip veya rahibe kontrolü altında istediklerini yaptırabilir. Voodoo inanışının tanrısı Nzambi'yi andırdığı için bu ismi almıştır.
Peki var mı böyle bir şey? Yok tabii ki amk ne saçmalıyorsunuz siz? Ama ya varsa? Var olduklarını varsayarak zombileri inceleyelim mi biraz? Hazır mısınız? Korkmayın korkmayın, ben yanınızdayım.
Zombiler, vampirlerle akrabalardır. (Nasıl bir ilişki gerçekleşmişse artık) Ancak vampirlerin yaşam şartları ve şekilleriyle zombilerinki çok farklıdır. Mesela vampirlerin dönüşüm süreci oldukça uzundur (Google'dan arayın ne kadarmış diye) sanırım bir kaç gün. Vampirlerin alışma süreçleri de vardır, gün ışığından olumsuz etkilenirler falan. Zombilerde ise; dönüşüm süreçleri bir kaç saattir, gece-gündüz farketmez her an sikerler, şey pardon yerler, alışma süreci diye bir şey yoktur direkt insan avına çıkarlar. Ha unutmadan, vampirler gibi sadece kan değil, etleri de yerler. Daha doğrusu, mide bağırsak, dalak ne bulurlarsa artık. Öyle de midesiz varlıklar.
Geri dönüşümü olmaz diyorlar. Bir kere zombi oldun, yarra yedin aga, kurtuluşun yok. Benim kafam tam olarak burada karışıyor ya. Şimdi bir zombi bir insanı ısırırsa, zombi olur ya insan. Bir insan bir zombiyi ısırırsa neden insan olmaz o zombi?
Saat olmuş 22:15 ve ben sensiz bir uykuya daha hazırlanıyorum. Kulağımda ince bir tını: "Sensizliğin Lanet Senfonisi"
19 Nisan 2013 Cuma
Sonsuzluğun Ritmi: DİNG DONG
Uyku düzenimle ilgili çok ciddi sorunlarım var. Olması gerekenden daha fazla uykusuzluk çekiyorum bu aralar. Ben zaten yapı itibarıyla uykusuzluğu meslek edinmiştim zaten. Günde iki saatlik uykuyla çok rahat olduğum günleri özlüyorum. Uyumak tamamen zaman kaybı zaten ancak insan dinamiği için de oldukça gerekli bir şey. Evrimsel geçişin bir aşaması olsa gerek ki, şu aralar değil iki saat, on iki saat bile uyusam, uykusuzluk en büyük sorunum oluyor yine.
Düşüncelerimin ve duygularımın evrimsel süreci içerisinde değişen çok şey var. Uzun zamandır düşünmediğim ve hissetmediğim duygularımın artık içimde bakımsızlıktan öldüğünü ve yakında kokusunun ağzımdan tüm dünyaya yayılacağını düşündüğüm zamanlarda, belki de bütün bunları sonsuza kadar değiştirecek olan bir şey yaşadım. Seni tanıdım. Gözlerinin gözlerime derinlemesine kilitlendiği o an, bütün dünyanın fişi çekilmişti sanki. Işıklar söndü, sesler kesildi ve zaman sonsuzluğa vurdu: "DİNG DONG" Hiç bir şey eskisi gibi değil şimdi. Hiç bir şey eski değil. Günler aylar geçti, mesafeler girdi araya. Kulağımda hala aynı vurdu: "DİNG DONG" ve ben hala gözlerindeyim. Sen hala düşlerimdesin.
Aradan geçen onca zamana ve mesafeye rağmen hala beni uykusuz bırakabilmen çok güzel. Belki de bir insanın yaşayabileceği en güzel sorun bu ama dur artık. Gerçekten. Yoruldum. Hayalin ve günün birinde kavuşabilme ümidi her ne kadar ruhumu gençleştirse bile, bedenim isyan bayrağını çekmiş durumda. Ya da mesafelerin amına koyayım, desen ve gelsen. Yüzyıl uyusak beraber...
Düşüncelerimin ve duygularımın evrimsel süreci içerisinde değişen çok şey var. Uzun zamandır düşünmediğim ve hissetmediğim duygularımın artık içimde bakımsızlıktan öldüğünü ve yakında kokusunun ağzımdan tüm dünyaya yayılacağını düşündüğüm zamanlarda, belki de bütün bunları sonsuza kadar değiştirecek olan bir şey yaşadım. Seni tanıdım. Gözlerinin gözlerime derinlemesine kilitlendiği o an, bütün dünyanın fişi çekilmişti sanki. Işıklar söndü, sesler kesildi ve zaman sonsuzluğa vurdu: "DİNG DONG" Hiç bir şey eskisi gibi değil şimdi. Hiç bir şey eski değil. Günler aylar geçti, mesafeler girdi araya. Kulağımda hala aynı vurdu: "DİNG DONG" ve ben hala gözlerindeyim. Sen hala düşlerimdesin.
Aradan geçen onca zamana ve mesafeye rağmen hala beni uykusuz bırakabilmen çok güzel. Belki de bir insanın yaşayabileceği en güzel sorun bu ama dur artık. Gerçekten. Yoruldum. Hayalin ve günün birinde kavuşabilme ümidi her ne kadar ruhumu gençleştirse bile, bedenim isyan bayrağını çekmiş durumda. Ya da mesafelerin amına koyayım, desen ve gelsen. Yüzyıl uyusak beraber...
17 Nisan 2013 Çarşamba
Ve Ben, Gidiyorum
4/17/2013
No comments
Şarkılar dinliyorum yine bir başıma. Koskoca evrendeki
milyonlarca yıldızın arasında yalnızlığıma ağlıyorum. Dileklerim kalmamış
artık kimseyi beklemiyorum. Sitemlerimin gücü tükenmiş hiçbir şeye
kahredemiyorum...
Hayatın acımasız çarkları arasında kaybolan hayallerimin son kırıntılarını topluyorum, viraneler arasında bir ekmek kırıntısı arayan karınca misali. Ellerim bomboş, hiç bir şey kalmamış geriye. Bir ve viraneler dışında.
Ben yine yalnızlığıma ağlıyorum...
Sevmek eskiden daha güzeldi sanki, yaşamak daha anlamlı... Bir çocuğun dünyaya baktığı saf düşüncelerin önemi... Çocukken daha güzeldin, daha güzeldik, daa çocuktuk... O zamanlar hemen büyümek isterdik, sanki bok vardı. Biz bir şeyler olmak için büyüdük, biz zaten bir şeydik. Biz hiç olmak için büyüdük...
Nisan yağmurları başladı burada. Nisan aylarında olması gerektiği şekilde. Bu hoş nisan yağmurlarında kendimin koluna girer, kendimle başbaşa bir yürüyüşe çıkarım. Yanı başımdaki silüetin her adımda bir nebze daha kaybolurken, seninle olması gerekenden daha romantik bir hava oluşuyor etrafımda. Yaşamak için sana ihtiyacım yok pek ama; ben yine yalnızlığıma ağlıyorum...
Unutulmak istemediğim kesin! Yıllarca çabaladım didindim durdum insanları kırmamak için. Belki de öldüğümde gözlerimi açık bırakacak içimde kalan tek ukde. Gitmek istiyorum sebepsiz amaç yok. Gitmek ve kayıp olmak. Bir daha dönmemecesine yitirilmek bitmek ve gitmek. Ucu yanmış bir fotoğrafta hatırlanmak değil istediğimkaramsarlıkta değil düşündüklerim unutulmak ve gitmek tek dileğim ve ben yine yalnızlığıma ağlıyorum..
Ve ben
Gidiyorum..
Hayatın acımasız çarkları arasında kaybolan hayallerimin son kırıntılarını topluyorum, viraneler arasında bir ekmek kırıntısı arayan karınca misali. Ellerim bomboş, hiç bir şey kalmamış geriye. Bir ve viraneler dışında.
Ben yine yalnızlığıma ağlıyorum...
Sevmek eskiden daha güzeldi sanki, yaşamak daha anlamlı... Bir çocuğun dünyaya baktığı saf düşüncelerin önemi... Çocukken daha güzeldin, daha güzeldik, daa çocuktuk... O zamanlar hemen büyümek isterdik, sanki bok vardı. Biz bir şeyler olmak için büyüdük, biz zaten bir şeydik. Biz hiç olmak için büyüdük...
Nisan yağmurları başladı burada. Nisan aylarında olması gerektiği şekilde. Bu hoş nisan yağmurlarında kendimin koluna girer, kendimle başbaşa bir yürüyüşe çıkarım. Yanı başımdaki silüetin her adımda bir nebze daha kaybolurken, seninle olması gerekenden daha romantik bir hava oluşuyor etrafımda. Yaşamak için sana ihtiyacım yok pek ama; ben yine yalnızlığıma ağlıyorum...
Unutulmak istemediğim kesin! Yıllarca çabaladım didindim durdum insanları kırmamak için. Belki de öldüğümde gözlerimi açık bırakacak içimde kalan tek ukde. Gitmek istiyorum sebepsiz amaç yok. Gitmek ve kayıp olmak. Bir daha dönmemecesine yitirilmek bitmek ve gitmek. Ucu yanmış bir fotoğrafta hatırlanmak değil istediğimkaramsarlıkta değil düşündüklerim unutulmak ve gitmek tek dileğim ve ben yine yalnızlığıma ağlıyorum..
Ve ben
Gidiyorum..
14 Nisan 2013 Pazar
Bir Çift Gözde Ölümü Beklemek
Onlarca intihar senaryoları hazırladım kendime. Onlarca katliam planı. Onlarca savaş, onlarca ölüm. Adolf Hitler'in ruhu bedenimi esir almıştı sanki beni. Onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca mutlu gözüken, mutluluk rolü yüklenen, platonik, sahte, çıkarcı ilişkiyi katledip intihar edecektim. Asacaktım kendimi. Kesecek, zehirleyecek, uçuracak, yakacak, kurşunlayacaktım kendimi. Hepsi de çok güzel geliyordu gözüme, kesin sonuçlu. Sonra bir an için göz göze geldik. Bir asır daldık benliklerimizin sonsuz gösterişli dünyasına. Bir asır geçti ve biz hala rüyadaydık. Bir asır geçti ve bir asır daha sürsün diye yalvarıyorduk adeta.
Hiç bir intihar yöntemi, gözbebeklerinde ölümü beklemek kadar etkili olamazdı. O siyah, o kapkara denizin tam ortasında, ölümsüzlüğü buldum ben. Ab-ı hayat suyundan kana kana içtim. Çatladım yine de duramadım. O kapkara denizin ortasında hayatın anlamını buldum.
En etkili silahlarımı, harflerimi, kelimelerimi, cümlelerimi kuşanıp çıktım sokaklara. Gördüğüm her ilişki ve türevlerini tek tek işaretledim, meydanda topladım hepsini ve haykırdım; "Sen! Yalancısın, sevmiyorsun. Sen! Sahtekarsın. Sen! Çıkarcısın. Sen! Gösteriş meraklısısın." Sonra yok ettim hepsini. Şimdi caddeler ıssız, tenha ve çok daha güzel.
En güzel ölümü yaşıyorum karanlık denizinde. Dur! Kaçırma gözlerini, bir kaç asır kaldı sadece.
Hiç bir intihar yöntemi, gözbebeklerinde ölümü beklemek kadar etkili olamazdı. O siyah, o kapkara denizin tam ortasında, ölümsüzlüğü buldum ben. Ab-ı hayat suyundan kana kana içtim. Çatladım yine de duramadım. O kapkara denizin ortasında hayatın anlamını buldum.
En etkili silahlarımı, harflerimi, kelimelerimi, cümlelerimi kuşanıp çıktım sokaklara. Gördüğüm her ilişki ve türevlerini tek tek işaretledim, meydanda topladım hepsini ve haykırdım; "Sen! Yalancısın, sevmiyorsun. Sen! Sahtekarsın. Sen! Çıkarcısın. Sen! Gösteriş meraklısısın." Sonra yok ettim hepsini. Şimdi caddeler ıssız, tenha ve çok daha güzel.
En güzel ölümü yaşıyorum karanlık denizinde. Dur! Kaçırma gözlerini, bir kaç asır kaldı sadece.
12 Nisan 2013 Cuma
Yaz Yağumuru Gibiydi Aşkımız
yaz yağmuru gibiydi aşkımız...
bir gelip bir gidiyordu,
sen herzaman ki gibi dünyamdın benim
bense güneşindim.
herşeye, herkese elimi uzatmaya gayret eder
ama aslında sadece sana çalışırdım...
dedim ya yaz yağmuru gibiydi aşkımız
ben ışınlarımı olanca gücümle sana ulaştırmaya çalışırken
sen araya kara bulutlar koyardın
şimşekler çakar,yağmurlar yağar
ve benim önümde hep karabulutlar...
arada bir yüzünü açardın
işte o zaman kısa bir an için bu hasret biter
ve yemyeşil bi örtü kaplardı bedenini
yeniden canlanır,hayat bulurdun
uzaklıklar,ayrılıklar aşkı olgunlaştırır derler
bizim aşkımızı da olgunlaştırırdı kara bulutlar...
ama bazen karabulutlar hiç dağılmazdı
günler,haftalar,aylar geçer hep orda dururlardı
benzin solardı,yaprakların dökülmeye başlardı
kuş tüyü yatağında üşürdün,bıçaklar saplanırdı bedenine
hasret öyle bir sarardı ki bedenimi
sensizlik öylesine yorardı ki beni
ışınlarım gücünü kaybeder ve ben sonsuzlukta tek kalırdım...
ve sevgilim kış gelir doğa ölür
ve güneş sönerdi...
başka bi hayatta karşılaşmak umuduyla...
bir gelip bir gidiyordu,
sen herzaman ki gibi dünyamdın benim
bense güneşindim.
herşeye, herkese elimi uzatmaya gayret eder
ama aslında sadece sana çalışırdım...
dedim ya yaz yağmuru gibiydi aşkımız
ben ışınlarımı olanca gücümle sana ulaştırmaya çalışırken
sen araya kara bulutlar koyardın
şimşekler çakar,yağmurlar yağar
ve benim önümde hep karabulutlar...
arada bir yüzünü açardın
işte o zaman kısa bir an için bu hasret biter
ve yemyeşil bi örtü kaplardı bedenini
yeniden canlanır,hayat bulurdun
uzaklıklar,ayrılıklar aşkı olgunlaştırır derler
bizim aşkımızı da olgunlaştırırdı kara bulutlar...
ama bazen karabulutlar hiç dağılmazdı
günler,haftalar,aylar geçer hep orda dururlardı
benzin solardı,yaprakların dökülmeye başlardı
kuş tüyü yatağında üşürdün,bıçaklar saplanırdı bedenine
hasret öyle bir sarardı ki bedenimi
sensizlik öylesine yorardı ki beni
ışınlarım gücünü kaybeder ve ben sonsuzlukta tek kalırdım...
ve sevgilim kış gelir doğa ölür
ve güneş sönerdi...
başka bi hayatta karşılaşmak umuduyla...
Ölüyorum Açlıktan
Yorugucu bir günün, saçma bir haftanın sonuna yaklaşırken an be an, selam çakalım buradan hayallerimize, bir gün daha yaklaştığımız özlemlerimize. Selam çakalım batacak olan Güneş'e, doğacak olan Ay'a, açacak olan çiçeğe ötecek olan kuşa, selam çakalım ota boka.
Şizofrenik sancılarımın en yoğun saatlerine yaklaşıyorum, simgesel bir silüetinle. Alıyorum seni karşıma, fısıldayarak haykırıyorum içimden geçenleri sana. Gözlerini gözlerime kilitlediğin an, dayanamıyorum bir kez daha ölüyorum. Ne ölüm ama... Bir resmin ilişiyor gözüme ve ben, bir gün daha yaşamaya çalışıyorum. Bir gün daha direniyorum yokluğuna. Yaşamak direnmektir, diyor Ferhat Tunç.
Her gün bir mektup yazıp postalıyorum. Alıcı yok, adres yok, gönderen yok. Her gün bir demet çiçek sipariş ediyorum. Telefon yok, çiçek yok, çiçekçi yok. Her gün bir düş kuruyorum. Sen yoksun, ben yokum, biz asla olamadık.
Bak! Nasıl açım şimdi. Bir avuç sevgiye, bir parça ilgiye bir kucak dolusu sana... Nasıl açım bilemezsin. Yüzyıllarca yesem doymam sanırım. Yanında koca bir kadeh şarap, hatta iki kadeh olsun. Biri kırmızı, biri beyaz olsun. Tokuşturduğumuzda kadehlerimizi, kelebekler uçuşsun etrafımızda, bahar kokuları dolsun içimize. Ben, sen kokayım, seni içeyim, seninle sarhoş olup hülyalara dalayım. Sen, buz gibi dudaklarınla öp beni. İçim ürpersin ama teninle ısınayım ben.
Bak! Ölüyorum açlıktan. Hadi doyur beni...
Şizofrenik sancılarımın en yoğun saatlerine yaklaşıyorum, simgesel bir silüetinle. Alıyorum seni karşıma, fısıldayarak haykırıyorum içimden geçenleri sana. Gözlerini gözlerime kilitlediğin an, dayanamıyorum bir kez daha ölüyorum. Ne ölüm ama... Bir resmin ilişiyor gözüme ve ben, bir gün daha yaşamaya çalışıyorum. Bir gün daha direniyorum yokluğuna. Yaşamak direnmektir, diyor Ferhat Tunç.
Her gün bir mektup yazıp postalıyorum. Alıcı yok, adres yok, gönderen yok. Her gün bir demet çiçek sipariş ediyorum. Telefon yok, çiçek yok, çiçekçi yok. Her gün bir düş kuruyorum. Sen yoksun, ben yokum, biz asla olamadık.
Bak! Nasıl açım şimdi. Bir avuç sevgiye, bir parça ilgiye bir kucak dolusu sana... Nasıl açım bilemezsin. Yüzyıllarca yesem doymam sanırım. Yanında koca bir kadeh şarap, hatta iki kadeh olsun. Biri kırmızı, biri beyaz olsun. Tokuşturduğumuzda kadehlerimizi, kelebekler uçuşsun etrafımızda, bahar kokuları dolsun içimize. Ben, sen kokayım, seni içeyim, seninle sarhoş olup hülyalara dalayım. Sen, buz gibi dudaklarınla öp beni. İçim ürpersin ama teninle ısınayım ben.
Bak! Ölüyorum açlıktan. Hadi doyur beni...
11 Nisan 2013 Perşembe
Üşüyorum Artık
Uzaklardan bir ses olmani isterdim, bir selam, bir nefes...
"Üsüme" diye seslenmeni isterdim... Bir el olmani isterdim, bir kol...
"Özledim" deyip sarilmani... En karanlik yerinde düslerimin çikip
gelmeni isterdim. Kinali bir bahar gibi, umut isigi olmani isterdim
hayatima... Gelseydin ve yaslasaydim basimi omuzuna, aglasaydim doya
doya ... Geçerdi üsümesi yüregimin, geçerdi üsümesi içimin,
kirpiklerimde yagmurlar dumanlanmazdi biliyorum...
Seninle sulari yesil bir irmagin kiyisinda bulusmak, saçlarinin kokusundan öpmek, içime çekmek ve serin solugundan içmek, sana sarilmak, kucaklamak, uçmak isterdim…
Ama nafile, aramizdaki bütün yollar kapali... Bütün dallar kesik... Yoklugun buz gibi soguk... Üsüyorum... Yüregim de donmus sanki. Gözlerimde... Atesler içinde bedenim... Öyle bir üsüme ki, hiç bir sey isitmiyor artik. Bütün uzuvlarim uyusmus. Ezip geçiyor ruhumu acilar...
Yoksun iste, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor simdi. Kirpikleri kirilan bir zamanin teninde, agrili siirler topluyorum gecelere simdi... Bilirim, sevmek ve özlemek bir atese dokunmaktir; yakmaktir yüregini yanginlarda. Ama ben üsüyorum. Yoklugun buz gibi soguk. Yakacak bir seyimde yok… Agliyorum, buza dönüsüyor gözyaslarim… Agliyorum, akip gidiyor gözyaslarim çaglayanlara… Bakakaliyorum ardindan çaresiz…
Ah! bir el olsan dokunsan alnima, oksasan saçlarimi bir anne sefkatiyle.. Geçerdi agrisi basimin, geçerdi biliyorum... Bir gül olsaydin bahçemde, koklasaydim nefes nefes, çekseydim içime derin derin... Bir göz olup baksaydin gözlerime, çekip alsaydin içindeki hüznü... Ah! bir bilsen nasil sevinirdi yüregim, nasil sevinirdi dudagimdaki gelincik, kapimdaki akasya...
Susuyorum artik derin derin... Ve sessizce soluyorum bir hazan yapragi gibi... Oysa ne kadar çok hasretim konusmaya, anlatmaya, anlasilmaya... Oysa ne çok istiyorum, tüm bedenimden söküp almani yalnizligimi, hicranimi bir tilsimla... Yüregim kanrevan, dikenler acimasiz, ayaklarim kirik kosamiyorum artik doruklara, menzil uzak...
Gel. Yüregim ol seher gülüm, her ölümümde bana yeniden hayat ver. Elim ol, ayagim ol, canim ol... Gecem - gündüzüm ol... Aglayan gözlerim ol her damlada yeniden dogur beni yeniden dogur umudumu. Her öldügümde yeniden yarat ki, seni ne kadar özledigimi anlatayim, ne kadar çok sevdigimi ...
Önce sen gel sevgilim solmadan resimler, siirler sislenmeden... Islenmeden geceler ... Sonra ölüm gelsin...
Yoksun iste, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor simdi..
Seninle sulari yesil bir irmagin kiyisinda bulusmak, saçlarinin kokusundan öpmek, içime çekmek ve serin solugundan içmek, sana sarilmak, kucaklamak, uçmak isterdim…
Ama nafile, aramizdaki bütün yollar kapali... Bütün dallar kesik... Yoklugun buz gibi soguk... Üsüyorum... Yüregim de donmus sanki. Gözlerimde... Atesler içinde bedenim... Öyle bir üsüme ki, hiç bir sey isitmiyor artik. Bütün uzuvlarim uyusmus. Ezip geçiyor ruhumu acilar...
Yoksun iste, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor simdi. Kirpikleri kirilan bir zamanin teninde, agrili siirler topluyorum gecelere simdi... Bilirim, sevmek ve özlemek bir atese dokunmaktir; yakmaktir yüregini yanginlarda. Ama ben üsüyorum. Yoklugun buz gibi soguk. Yakacak bir seyimde yok… Agliyorum, buza dönüsüyor gözyaslarim… Agliyorum, akip gidiyor gözyaslarim çaglayanlara… Bakakaliyorum ardindan çaresiz…
Ah! bir el olsan dokunsan alnima, oksasan saçlarimi bir anne sefkatiyle.. Geçerdi agrisi basimin, geçerdi biliyorum... Bir gül olsaydin bahçemde, koklasaydim nefes nefes, çekseydim içime derin derin... Bir göz olup baksaydin gözlerime, çekip alsaydin içindeki hüznü... Ah! bir bilsen nasil sevinirdi yüregim, nasil sevinirdi dudagimdaki gelincik, kapimdaki akasya...
Susuyorum artik derin derin... Ve sessizce soluyorum bir hazan yapragi gibi... Oysa ne kadar çok hasretim konusmaya, anlatmaya, anlasilmaya... Oysa ne çok istiyorum, tüm bedenimden söküp almani yalnizligimi, hicranimi bir tilsimla... Yüregim kanrevan, dikenler acimasiz, ayaklarim kirik kosamiyorum artik doruklara, menzil uzak...
Gel. Yüregim ol seher gülüm, her ölümümde bana yeniden hayat ver. Elim ol, ayagim ol, canim ol... Gecem - gündüzüm ol... Aglayan gözlerim ol her damlada yeniden dogur beni yeniden dogur umudumu. Her öldügümde yeniden yarat ki, seni ne kadar özledigimi anlatayim, ne kadar çok sevdigimi ...
Önce sen gel sevgilim solmadan resimler, siirler sislenmeden... Islenmeden geceler ... Sonra ölüm gelsin...
Yoksun iste, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor simdi..